30 Ağustos “Türkiye Devleti” kuruluşunun temeldir!..

30 Ağustos “Türkiye Devleti” kuruluşunun temeldir!..

İnsanlık tarihi incelendiğinde görüleceği üzere; Bireysel başarının tek başına yetmeyeceği, bireyin toplumu yönetmesi, yönlendirmesi, toplumun o kişiyi benimseyip kabullenmesi gerekir…

Kutup yıldızı (çoban yıldızı) nasıl daima yerinde duruyor ve yön bulmak isteyenler için bir yol ve yön gösterici oluyorsa, toplumların başarısı ve insanların birlikte yaşamlarını kaygısızca sürdürebilmeleri için o topluma yön veren liderlerin önemi ortadadır.

30 Ağustos için 102 yıldır yazılmayan yazı, söylenmeyen söz kalmamıştır belki de…

Ancak, 30 Ağustos’un Türk toplumu için önemi herkes tarafından çok iyi anlaşılmalı, adeta beyinlerine kazınmalıdır… 30 Ağustos 1922 yılına gelinmeden önce neler yaşanmıştır neler…

Birinci Dünya Savaşı ve Balkanlardaki çekişmelerin Rus İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalkmasına neden olmuştur.

Avrupa’da, güneş batmayan İngiltere İmparatorluğu, Almanya, Fransa ve İtalya’nın farklı ama menfaatleri doğrultusunda bazen açıkça bazen de gizli anlaşmalarla davrandığı bilinmektedir.

Osmanlı, Rus ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları bu bölgenin hâkimiyetini sağlamak amacıyla karşılıklı çatışmaları çok önemli sonuçları ortaya çıkarmıştır. Bu çekişmelerin önemli olaylarından biri de Osmanlı ve Ruslar arasında 93 Harbi (1877-1878) ile yaşanmıştır. Ruslar doğuda Erzurum’a, batıda ise Yeşilköy’e (İstanbul) kadar Osmanlı topraklarını işgal ettiler. Ateşkes isteyen Osmanlı Ayestefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Fakat şartlar o kadar ağırdı ki, İngilizlerden yardım istenmesi durumuna düşüldü. Padişah 2. Abdülhamit bu yardımları karşılığında İngiltere’ye Kıbrıs’ı verdi. İngilizlerin araya girmesiyle Berlin’de yeni bir antlaşma imzalandı.

Osmanlı İmparatorluğu kazanamayacağı savaşların içinde buldu kendisini. Savaş hep aynı sonucu ortaya çıkaracak, bazı Devletler savaşı kazanacak ama insanlar hep kaybedecekti.

Osmanlı sonuçta savaşı kaybetti. Çanakkale savaşı dışında Rusya ve Afrika cephelerindeki savaşları kazanamayan Osmanlı çöküşüne engel olamadı. Osmanlı parçalandı ve her karış toprağı bölüşüldü. Yaklaşık 3 milyon insan hayatını kaybetti.

Osmanlı’nın çökmesine, dağılmasına gönlü razı olmayanlar olmasına rağmen kurtuluşun olamayacağı da ortadadır. İşte böyle bir ortamda Milli Mücadele Mustafa Kemal önderliğinde bir grup iyi yetişmiş subay ve Anadolu Halkının birlikteliğinde başlatılan ölüm kalım savaşıdır.

İngilizler tarafından 13 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı’nın başkenti İstanbul başta olmak üzere başlayan işgal dört yıldır devam etmektedir. Ayrıca, üç yıldır Anadolu’yu işgal altında bulunduran Yunan ordusu Amerikan belgelerine göre işgalin haftalık maliyeti 300 bin İngiliz Sterlinini buluyordu. Yunan maliyesi iflas etmişti. İngiltere oluk oluk para akıtıyordu Yunan Hükümetine. “Yunanlılar koparabileceklerinden fazlasını almışlardı.”

İşte böyle bir ortamda Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, yurt içerisinde farklı tarihlerde çıkarılan isyanları bastırmış, Anadolu halkının güvenini kazanmıştı. Şimdi sıra Anadolu’daki Yunan ordusunu ve İngilizleri söküp atmaktı. 30 Ağustos 1922 tarihi işte böyle bir başlangıcın son noktasıydı. Osmanlı’nın küllerinden doğan yeni bir Türkiye Devleti’nin doğuşunun başlangıcıydı. Atatürk ve silah arkadaşları dört yıl süren savaşlar, stratejiler, taktikler, sabırla insanları bir arada tutma, beş kuruşu bile olamayan bir bütçe… Ama inanmış bir toplum. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları etrafında kenetlenmiş Anadolu insan… Kadını, erkeği ve çocuklarıyla mücadeleye inandırılmış bir toplum.

Başkomutan Mustafa Kemal, 29 Ağustos 1922 gecesi Afyon Belediye binasının bir odasında gece yarısı Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile bir araya gelmiş son durumu gözden geçirmişti o gece. Geçirmiş ve demişti ki; “Katiyetle hükmettik ki, Türk’ün hakiki kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı bütün parlaklığıyla doğacaktır”

30 Ağustos 1922 sabahı erkenden; saat 06.00’da ordulara “Dumlupınar’ı süratle düşürün” emrini verdi İsmet Paşa. O gün kazanıldı işte Dumlupınar Meydan Muhaberesi… Kütahya’ya o gün girdi Türk birlikleri. O gün canını dişine takıp atla, kamyonla, yaya kaçan Yunan askerini önüne kattı Türk askerleri. 30 Ağustos buydu işte. Esaretin bittiğinin müjdesinin verildiği gündü o gün…

Yazar: Bekir Metin, Ankara, 30 Ağustos 2020 Güncelleme: 29 Ağustos 2024

Alıntılar:

Neyzen Tevfik Diyor ki

“Geldikleri gibi gitmediler; kimi itini bıraktı, kimi bitini. Kimi de piçini bıraktı!.. Yoksa bu kadar şerefsizin bizden olması mümkün değil!”

Kurtuluş Savaşını hiç kimse Nazım Hikmet kadar muazzam anlatmamıştır.

1939 İstanbul, 1940 Çankırı ve 1941 Bursa hapishanelerinde tamamlamış bu büyük eseri. Destanın Büyük Taarruzla ilgili sekizinci bölümünün son kısmı aşağıdadır.

Kuvayi Milliye Destanı Sekizinci Bap

“…… Nurettin Eşfak baktı saatine: Beş otuz…

Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz…

Sonra. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. Bunlar: Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.

 

Sonra. Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis: Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı…

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.

Nurettin dedi ki: «Teselyalı Çoban Mihail,»

Nurettin dedi ki: «Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni…»

 

Sonra. Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu. Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözler hayretle yandılar: önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra… Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler… Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı. Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü. Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:

«Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim… Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…»>

Sonra. Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i. Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi, onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır…”

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir