Medeniyet!
Medeni Kanun’un Kabul edildiği 4 Ekim 1926 tarihinin 95.Yıldönümü. Medeni Kanun’un kabulü, Türk Devrimi’nin hukuk alanında gerçekleştirdiği idrâki zorunlu en derin boyutudur. Bu konuyla ilgili olarak üç önemli ekseni değerlendirmeden bu derinliğin idrâk edilmesi olanaksızdır. Bunlardan ilki İslam Dini’nin seküler karakteri, diğeri hukukun pratik tanımı, üçüncüsü ise laiklik olgusunun hukuksal boyutudur.
Bu üç konu, Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet sürecinde gördüğümüz düşünce akımlarının yarattığı kırılma çizgilerine Ulus-Devlet bağlamında bir çözüm arayışını zorunlu kılmıştır.
İslam Dini, Hristiyanlıktan farklı olarak seküler karakterlidir. Dünyevî anlamda birçok düzenleme Kur’an Ayetleri ile Semavî yani vahyi akla dayandırılarak yapılmıştır. Savaş hukuku, kadınların toplumsal konumu, evlilik hukuku, boşanma ve miras ile ilgili konular, câriyelik kavramı hep kaynağı vahyi akıl/ayetler olan seküler/dünyevî konulardır.
Hatta bilim kavramı bile bu bakış açısından, din dışı ögeler içermesi özgür düşünceye dayanması nedeniyle dinsizlik olarak değerlendirilir. Bilim dinin hizmetinde ve onun ölçülerinde olmak zorundadır. Bu anlamda İslam Dini, İslam Devleti’nde İslam Hukuku’nun ve bilim adına ortaya konmaya çalışılan ithal ve insicamsız kimi bilgilerin de doğrudan takipçisidir. Din alanı dışına çıkmak bir tarafa, siyasal ve sosyal hayata dair her türlü düşünce-eylem-söz daima “daire-i İslam” içere olmak zorundadır. Bu dairenin dışı “küffar” alandır ve dairenin içerisine girmek ile de yükümlüdür. Zira Tin suresinde de kuvvetle vurgulandığı üzere “eleysallahû ahkem-ul hakimiyn” yani hüküm Allah’a aittir. Ancak hüküm nâ-mütenâhi Allah’a ait denilmesine rağmen İslam siyasası Tanrı adına hüküm vermek hakkını ve gücünü ötekileştirme yapmak adına kendinde görür ki bu antik devirlerdeki Tanrılaştırılarak kült haline getirilen yönetici teokratik zümrenin artık çağdışı kalmış uzantısıdır.
Bu muhayyel ve varsayımsal çıkış noktası Hristiyanlığın yine sanal “Göksel Krallık” olgusundan pek çok konuda farklıdır. Bu açıdan bakıldığında İslam Dini seküler yani dünyevî alana doğrudan müdahale eder, doğası gereği de laik olamaz. Fıkıh kavramının tesisi ve mezhebi ayrışmaların temelinde de Arap-İslam yayılması sonrası bölgesel kavmî geleneklerin de dine adapte edilmesi gayreti yatar. Buna rağmen Abbasilerin son dönemine kadar VII.YY-XIX.YY tercüme hareketlerine rağmen bilimsel değil itikadî endişe İslam dünyasında hep ön planda olmuştur.
Maalesef XI.YY’dan itibaren bu yaklaşımın iyice güçlenerek, XVII.YY Kadızade’ler hareketi ile zirveye çıkmak suretiyle dinsel ve düşünsel hayatta tahrikâr etkiler yarattığı bilinmektedir. Bu tahripkâr ve tahrik dolu puriten hareket, Arap topraklarında değişen sosyo kültürel yapı ve Hind Müslümanlarının senkretik tavırlı itikadi endişeleriyle de harmanlanarak sonraları Ortadoğu’ya taşınmış bu topraklardaki samimi dindarlara da sirayet ederek, ortaçağın gnostik karakterli Sufi okullarından çok farklı bir şekilde, bilim ve çağdaşlığın karşısında biat kültürüne dayalı Osmanlı ve Türk karşıtı cemaat yapılarını yaratmıştır.
Laiklik ise seküler olmanın üzerinde, dünyevî olanı da evrensel genel geçerliği olan ve kaynağını insan aklından alan düzenlemeleri esas alır. Maalesef aydın olduğunu iddia eden kimi yazarlar ve siyasiler, maalesef kavramları tanımlamak zahmetine katlanmadıkları için “İslam dünyasına laikliği Türklerin XI.YY da getirdikleri” gibi ciddi bir anakronizm yaparak, son zamanlarda XIII.YY Türk Sufiliğine ve onun ileri gelen Türklüğü tartışılmaz mümessillerine saldırılarını artırmayı şiar edinmişlerdir. Bu nedenle İslam-Osmanlı geleneği İngiliz-Amerikan ve en nihayet Fransız devrimlerinin bir sonucu olan laiklik ile hep çatışma durumunu yaşamıştır. Her şeyden önce kafasındaki kavram kargaşalarını, ona ruhsal huzur sağladığını varsaydığı dogmaları nedeniyle tartışmaktan kaçınan Ortadoğu coğrafyasındaki halklara, laiklik dinsizlik olarak tanıtılmıştır.
Hukuk bireyler arasındaki ilişkileri dinsel kurallara göre düzenler ise bunun adı dinsel hukuk olur. Örneğin, burada İslam dininin kuralları esas alınırsa bunun adı İslam Hukuku olacaktır. Hukuk uygulaması da Devlet erki elinde olursa o devlet “İslam Devleti” olacaktır. Aynı durum bilim ve bilimsel kurumlar için de geçerlidir ki, burada da bilim insanı dindar olmak zorundadır. Medeni hukuk konusunda poligami/çok eşlilik ekseninde peygamberin sünneti de ileri sürülerek yaratılmaya çalışılan tartışma ortamında, kimi provokatörleri, kimin/kimlerin görevlendirdiği son derece önem taşımaktadır. Burada anlaşılması zorunlu olan Türk Medeni Hukuku’nun o tarihe dek laiklik temelli yukarıda bahsettiğim evrensel genel geçerli aklî temellere dayanmış olmasıdır. Bir anlamda1912 de kabul edilen laik temelli İsviçre medeni kanunun esas alınmasının nedeni budur.
Evrensel etik ve bilimsel ilkeler her türlü dinsel ve mezhepsel düzenlemenin üzerindedir. Dinsel mezhepsel uygulamalar ve millî olmak konusundaki dayatmalar ile birlikte olabilir ki “hukuksal dinî/millî gelenekçilik” bu konuda çağdaş hukuksal düzenlemelerin evrensel normlara göre yapılmasına engeldir. Zira gelenek hangi alanda millî hangi alanda dinî olacaktır ayırt etmek zordur. Ulusal olmak ve ulus-devlete sahip çıkmak bir bireysel aydınlanma sorunsalıdır. Bu konuda yerli ve millî söylemi ile telkin edilmeye çalışılan dinî/millî olmaktır (Millî Görüş, İbrahim Halilullah Milleti, Millet-i Osmanî, Gökalp’in Hars ve Medeniyet tanımları).
Görülmektedir ki “Millî” olmak bir dinsel ideali ihtiva eder, “ulusal ve ulus” kavramları ise bunların üzerindedir. Türk olmak ve doğru olmak bunu gerektirir. Bu öyle bir medeniyet ışığı talebidir ki, etnosentrik olamayacağı gibi din merkezli de olamaz. Sahip çıkamadığımız bir fikir ve kültür hareketi olan Türkiye Halkı’na mal edilmeye çalışılan “1923 Devrimimiz”, Ulusal kültürün soyut ve somut bileşenlerini “Yurt sevgisi, Yurt birliği, Yurttaşlık bilinci” ile harmanlayan, dünya üzerindeki hiç bir ideolojik kalıba sığmayacak vatan ve bayrak sevgisini bu anlamda telakki eden, yüce bir insanlık ve devrim ülküsüdür.
Yazar Prof. Dr. Mahmut Can Yağmurdur, Ankara, 6 Ekim 2021