Biat Toplumunun Ruhsal Kökenleri

“Benim özel yeteneklerim yok. Bende sadece tutkulu bir bilme merakı var.” Albert Einstein

Eski bir deyiş vardır; “yasaları ve sosisleri sevenler onların nasıl yapıldıklarını görmeseler iyi olur,” der. Bu yasa ve sosisler yapılırken ve ortaya çıkarılırken istenmeyen ve elde olmayan maddeler ve katkılar ilave edilmiş olabilir. Aynı koşul, bir ülkede kadına ve çocuğa verilen insani ve çağdaş değerler için de geçerlidir.

Ülkemizdeki modernleşme serüveni zaman zaman gerilimli, çatışmalı ve engebeli bir yol izlemektedir. Bunun en önemli nedenleri, örnek aldığımız modernizmin oluşmasına katkıda bulunan Aydınlanma, Reform, Rönesans ve Endüstri Devrimi’ni Batı gibi zamanında yaşamamamız ve oluşan değerleri, kültürü içselleştiremememizdir. Bu durum bizim gibi modernizmi geç yakalamaya çalışan ülkelerin de kaçınılmaz bir kaderi olarak görülebilmektedir.

Ama bu kaderi değiştirebilmek amacıyla da olumlu yönde değişim için çaba içinde olmalıyız…. Eğer inançlarımızda ilerlemeyi engelleyen öğeler varsa ve bunlara kuşkucu eleştirel bir gözle bakamayacaksak, bakmak isteyenleri öldürmekle tehdit edeceksek, uygun ortam bulunca da diri diri yakacaksak, diri diri yakanları da kutsal duyguları kışkırtılmış kitleler olarak göreceksek, açıktan ya da gizliden onları onaylayacaksak, bizi geri bıraktıran, artık gerçek İslamiyet’le de pek ilişkisi kalmamış çağdışı bağnazlıkları nasıl inceleyebileceğiz, nasıl giderebileceğiz, nasıl çağdaşlığa ulaşabileceğiz? Bağnazlığı ve geri gidişi önlemenin tek yolu laik, demokratik bir toplum düzeninde sormaya, araştırmaya, eleştirmeye, tartışmaya açık, bilimi temel alan, korku yerine saygıya, sevgiye dayalı bir EĞİTİM SİSTEMİDİR!

Sahi, çağdaş bir eğitim sistemini ne zaman ve nerelerde bırakmıştık?

Bu bağlamda, ülkemizde çocukların çoğu, soru sormadan, düşünmeden öğrenen, anlamadan inanan ve ezberleyen kısıtlı kişiler olarak büyür. Böyle bir eğitim-öğretim ortamında daha çok ezberci, aktarmacı, kopyacı kişiler yetişebilir. Bilim, ancak olaylar, öğretilenler ve doğa karşısında kuşku ile merak eden, sorgulayan, araştıran, tartışan, eleştirebilen kişilerin işi olabilir.

Şurası kesindir ki, sağlıklı diye bilinen kişilerde sağlıksız özellikler (bir kısmı genlerde saklı olabilir), hasta diye bilinen kişilerde de sağlıklı yanlar bulunabilir. Bu yönüyle de ruh sağlığının bittiği, hastalığın başladığı sınırlar kesin değildir. Öyleyse insanda “normalin” tanımını yapmak olanaksız mıdır? Ağır bir ruh hastalığı olan şizofreni üzerine çalışmaları ile çığır açmış olan, şizofreni teriminin babası İsviçreli büyük ruh hekimi E. Bleuler, gene tanınmış bir ruh hekimi olan öğrencisi Gustav Bychowski’ye şöyle öğüt vermiş: “Hiç kimseye normaldir belgesi verme. Ben karıma bile vermem.” Belki kimseye “normaldir” belgesi veremeyiz ama bazı olgular dışında, belirgin bir ruhsal bozukluğun olmadığını çoğu kez söyleyebiliriz. Ancak bu da normalin ne olduğu sorusuna yanıt değildir.

Özgüveni olan, kadına değer veren, kadın erkek eşitliğini benimsemiş bir erkeğin kadın üzerinde şu ya da bu biçimde egemenlik kurma gereksinimi olmaz. Bu, ancak erkeklik duygusu kadının teslimiyetine bağlı, özgüveni düşük erkeğin duyabileceği bir gereksinim olabilir. Şunu da açıkça belirtmek gerekir ki laik toplum düzenini az çok benimsemiş kesimlerde de görece daha az bile olsa, kadın erkek eşitsizliğinin süregeldiği; bağımsızlaşmak, özgürleşmek isteyen kadına değişik derecelerde karşı oluş, hatta onlara acımasızca saldırgan tutumlar görülebilmektedir. Erkeği kadına karşı duyarsız kılan, eşduyumdan (empati) yoksun erkek egemenliğinin ağır bedelini kadınlar ruhsal, bedensel sağlıklarını harcayarak; onların çocukları da yetilerini, yeteneklerini geliştiremeyerek ödemektedirler.

Bu bakış açısıyla konuya yaklaşıldığında denilebilir ki, 3-6 yaşlardaki çocukların biricik öğretmeni ve çocuğun dünyaya açılan ilk penceresi annesidir. Toplumumuzun büyük kesiminde bu biricik öğretmenin, yani annenin eğitim düzeyi ve yaşam biçimi ne durumdadır? 21. yüz yılın ilk yirmi yılında giderek “muhafazakarlaşan” ülkemizde kız çocukların en az yüzde ellisi ilköğretimden sonra öğrenimi bırakmak zorunda kalmaktadır. Çocuklarını yeterince uyaracak, onların sorularını sağlıklı bilgilerle yanıtlayabilecek, dünyayı tanımaya başlamalarına destek olabilecek donanımı anne olacak kızlarımıza sağlayabiliyor muyuz? Gelecek kuşakların yetiştirilmesinde önce ailesi sonra okullar sorumludur.

“Sorunlarımızın kaynaklarını tanımadan neyle savaşacağımızı nasıl bilebiliriz? Geri kalışımızın kaynakları genel olarak eğitimsizlik, bilime değer vermeme, yazgıcılık, batıl inançlara dayanan din eğitimi gibi etkenlere bağlanıyor.

İşte, ‘Biat Toplumunun Ruhsal Kökenleri’ başlıklı kitabında, bu etkenlerin neden olmaktan çok sonuç olduklarını göstermeye çalışmakta olan” Prof. Dr. M. Orhan Öztürkün bu eserini okudum. Kitapta geçen ve önemli gördüğüm öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:

* Ülkemizde çocuklar çoğunlukla soru sormadan, düşünmeden öğrenen, anlamadan inanan kişiler olarak yetişmektedirler. Böyle bir ortamda özerk benlik duygusunun, özgür düşünmenin toplumsal değer olarak yerleşmesini, köklü kişilik özelliği olmasını bekleyebilir miyiz? Kendini özerk, bağımsız olarak algılamayan, özgürce düşünemeyen bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda özerk, bağımsız kimlik duygusu, düşünce özgürlüğü gibi kavramlar geniş toplum katmanlarında bilinçli bir değer kazanamıyor. Bunun sonucu olarak da düşünce ve anlatım özgürlüğünü kısıtlayan yasalara ve bu yasaları çıkaran otokratik iktidarlara karşı toplumsal direniş ya hiç olmamakta ya da cılız kalmaktadır. Bunun gibi, özerk benlik duygusunun gelişimini, özgür düşünebilmeyi kısıtlayan inançlar ve gelenekler de kuşaktan kuşağa olduğu gibi aktarılmaktadır. Bu yüzden özgür, akılcı düşünce yerine inanca dayalı toplumsal ve politik akımlar daha baskın gelmekte, düşünce özgürlüğüne sözde değer veriyor görünen, fakat inanmayan politikacılar çoğunluğa egemen olabilmektedir. İşte “biat toplumu” budur.

* İngilizcedeki “curiosity” sözcüğü, bilinmeyen yeni şeyleri bilmeye hevesli oluş biçiminde olumlu bir anlam taşırken, neden “tecessüs” sözcüğü toplumda ve sözlüklerimizde daha çok olumsuz yanıyla, “kendisini ilgilendirmeyen şeylere ilgi duymak, yani ‘gereksiz yere burnunu sokmak’ gibi anlaşılabiliyor?” Çünkü, bilme açlığı ile çocuğun sorduğu sorular inançları, kurulu düzeni, kurulu düzenin yöneticilerini, biat toplumunu” tehdit ediyor da ondan. Bilme merakının çocukluktaki serüvenine ve toplumumuzda bu duygunun nasıl söndürüldüğü konularına yönelmezsek, sanırım araştırıcı azlığından daha uzun süre yakınmayı sürdüreceğiz.

* “İnsan kendi kafasındaki düşüncesinde özgürdür, fakat bu düşüncelerini dışa vurduğu anda özgürlüğü sınırlanır” görüşü düşüncenin kişilerarası ilişkiler yönünden ele alınması zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Şu veya bu biçimde dışa vurulmayan düşünceleri tanımaya, onları değerlendirmeye, onlara dünyaya, gerçekler dünyasına uyum sağlayabilmesi olanaksızdır. Bir düşünce doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, insan kafasından dışarı çıkmadıkça buna düşünce, fikir demek anlamsızdır. Çünkü bunu hiçbir zaman tanımamıza, anlamamıza olanak yoktur. Düşüncesini kendi içinde saklayan kişi çevresiyle, dış dünyayla, insanlarla ilişki kuramayacaktır. Düşünceyi kafadan dışarı çıkarabilme sınırlı olduğu oranda ilişkileri de sınırlı olacaktır, içine kapanık kalacaktır.

* On beş-yirmi yıldır giderek artan biçimde sık sözü edilen “biat kültürü” bu tanımladığım kul benlikli bireylerin çoğunlukta olduğu toplum için söylenmektedir. “Biat kültürünün” yaygın, baskın olduğu toplumlarda özerk benlik duygusu, düşünce özgürlüğü gibi kavramlara yer yoktur. Özerk benlik gelişimini ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayan; kişiyi, toplumun, devletin bir otomatı, bir robotu durumuna getirmeye çalışan yönetimler genel olarak din egemenliğine ya da katı, bağnaz ideolojilere dayalı devlet düzenlerinde görülür.

* “Eğer konu cinsel dürtülerle bağlantılı ise erkek neden örtünmüyor?” sorusu akla gelmelidir. Türbanın kadını cinsellikten koruyan zorunlu bir örtü olarak görülmesikadının sürekli olarak cinsel nesne konumunda tutulması anlamına gelmektedir. Yüzeysel bir bakışla, kadının kendi isteğiyle örtünmesi gerçekten bir özgürlük, bir insan hakları konusu gibi görülebilir. Ancak örtünmenin altında yatan insan anlayışını, kadına bakışın niteliğini düşünecek olursak durum değişir. Kadını bir yandan kendi erkekliğinin güvencesi olarak algılayan, bir yandan onu aşağı gören erkek, kadını örterek ya da yasaklayarak namus korumacılık gibi görevleri de üstlenince erkek egemenliği düzeni sürmektedir. Böyle bir düzeni kadının kendi özgür istenci ile kabul etmesi, özgür ve özerk kişilik değerlerini pek tanımayan geleneksel toplumlarda doğal karşılanabilir. Ancak çağımızda dünyanın pek çok ülkesinde laiklik akımının ve kadın erkek eşitliğine değer veren tutum ve davranışların güç kazanması yaygınlaşmaktadır. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde şeriatçı İslam toplumlarında bile (örneğin İran, Suudi Arabistan) kadınların eşitlik ve özgürlük savaşımları, o ülkelerdeki baskıcı rejimleri zorlayabilmektedir.

* Toplumumuzda namus ve töre cinayetlerinin, kadını aşağılayan davranışların ve tutumların büyük çoğunluğunun kadına yüklenen ve onu örtünmeye zorlayan anlayışla sıkıca bağlantılı olduğu yadsınabilir mi? Bu noktada kadına karşı erkeğin kuşkucu, güvenmeyen, paranoyak ve kıskanç tutumu açıkça belli olmaktadır. Bu duyguların ve tutumların altında erkeğin kendi erkekliğine güvensizliği yatmaktadır. Erkeğin, özellikle cinsel açıdan kendine güven duyabilmesi için kadın üzerinde kesin egemenlik kurması ve başka erkeklerin bakışlarından kadını uzak tutabilmesi gerekmektedir. Bir başka deyişle erkek, eşini yeterince korumadığı, yani bakışlara karşı onu örtmediği sürece eşine karşı güvensiz bir konumdadır. Bu özgüven eksikliği kadına karşı güvensizliğe dönüşmektedir. Yani, eşi aldatabilir, aldatılabilir. Erkek, kadını kendi egemenliği altında tutarak ve onu örterek özgüven eksikliğine bağlı kıskançlık duygusuna karşı kendini bir oranda korumuş oluyor. Bu görüşümü şöyle de vurgulamak isterim: Kadına güven duymayan, onu güçsüz, aşağı gören, onu sürekli denetim ve koruma altında tutmaya çalışan ve kendi dürtüselliğinin sorumluluğunu da kadına yükleyen erkeğin temel sorunu, özgüven eksikliğidir. Özgüven duygusundaki eksikliğin en önemli göstergesi erkeğin kendi erkeklik duygusunu kadın üzerindeki egemenliğine bağlamış olmasıdır. Yani, ‘ben ancak kadın üzerinde egemenlik kurabiliyorsam, güçlü bir erkek olabilirim.’ Özgüven duygusunun kadın üzerindeki egemenliğine bağlı oluşu, onun (yani erkeğin) özerk bir birey olarak özgüven duygusu kazanmasına engel olmaktadır.

* 2016’nın Ekim ayında, bu ülkenin bir milli eğitim müdür yardımcısı “bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse o kadar erkekle zina yapmış gibidir” diyebiliyor. Bu sözleri yüzünden bu kişi herhangi bir soruşturma ile karşılaşmıyor, hatta yardımcılıktan müdürlüğe yükseltiliyor! (Hürriyet gazetesi, 12 Ekim 2016, Mehmet Yılmaz’ın köşe yazısından)

* Bağnaz olmayan bir dindar, eski bir deyişle “mütedeyyin” bir insan, kendi inancı ve ibadeti ile huzur içindedir. Başkalarının değişik inançları ya da inanmamaları onu tedirgin etmez. Böyle bir insanın içinde başkalarının inancı ile bir savaşım yoktur. Bu kişi kendi inancı ile barışıktır.

Bağnaz dindar ise kendi inancı, kendi kimliği ile ve başka insanlarla barışık değildir, dindar olmayan ya da inancını esnek kurallarla uygulayan kişilere karşı acımasız kin, düşmanlık duyguları içindedir. Kendisini katı din kuralları içinde tuttuğu gibi başkalarının da öyle olması için korku, dehşet verici sözler, yazılar, suçlamalar ile sürekli bir kin ve nefret sergiler.

Bağnazlığın en yaygın, en tehlikeli türleri: Irkçılık, dincilik, aşırı ahlakçılık, bir siyasal ideolojiye, bir siyasal yetkeye, örneğin iktidara aşırı bağlılık durumlarıdır.

* Bağnaz kişinin asıl savaşımı, kendi içindeki bilinçdışı, kabul edilemeyen eğilimlerle, dürtülerledir. Bu dürtüler kişinin bilinçdışında canlı ve etkindirler. Bu yüzden onları bastırmak ve yadsımak zorunluluğu vardır.

Kadın ve erkek birbirlerini görünce, seslerini duyunca, erkek ya da kadın sevgisini anlatan türkülerle, resimlerle karşılaşınca baştan çıkmaya, çıkarmaya, çıkarılmaya eğilimlidir, hazırdır. Yani hem erkek hem kadın kendi cinsel dürtülerini denetim altında tutamaz, dürtülerinin baskısına kendini kaptırır. Buna göre insan, özünde cinsel eğilimlerini denetleyebilmede güçsüz bir varlıktır. Bu insan anlayışına göre, insanın cinsel dürtüleri karşısında yenik düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle de din kuralları, yasakları ile sıkı denetim altında tutulmalıdır. İnsanda bu cinsel dürtüler varken, karşı cinsten olan kişiyi cinsellikten soyutlanmış biçimde göremez. Örneğin, bir balerinin estetik dansına, bir ressamın çıplak kadın ya da çıplak erkek tablosuna cinsellik dışı duygularla, düşüncelerle bakması olanaksızdır. Böyle bir insan anlayışı ile sokakta, işyerinde, toplum içinde kadınların hepsi erkeğin karşısında ancak cinsel nesne olarak görülebilirler.

* Müslüman toplumların geri kalışında iki temel etkenin üzerinde ne denli dursak azdır. Bunlardan birincisi, kadına verilen düşük yer ve düşük değer, ikincisi de bilime verilen değerin inanca verilen değerden çok daha düşük oluşudur. İslam inancının ve kurallarının egemen olduğu toplumlarda, yüzlerce yıldır sürdürülmekte olan uygulanış biçimi ile dinin hem kadına değer verdiği ileri sürülecek, hem de o toplumda kadınlar, genel olarak eğitimsiz, bilisiz (cahil) kalacaklar; özgürlük, eşitlik haklarından yoksun bırakılacaklar ve cinsel nesne olarak görünmemek için kendilerini kapatacaklar. Gene, Müslümanlıkta hem bilime değer verildiği söylenecek hem de bilim-teknoloji açısından geri kalış sürecek. Bu çelişkilerin açıklamasını yapmak gerekir. Ama bu açıklamayı, İslam ülkelerinin 9-12. yüzyıllardaki gelişmişlik dönemini kullanarak yapmanın artık günümüzde, geçmişle övünmekten öte bir yararı olmadığını belirtmek isterim. İslam dünyasının oldukça uzak bir geçmişte ulaştığı uygarlık düzeyi, kuşkusuz övünülecek bir tarihsel gerçektir. Ancak bu övünme bugünkü İslam toplumlarının geri kalmışlığını, Batı’ya yenik durumda oluşlarını ortadan kaldırmıyor. Müslümanlar, bu çok eskilerde kalmış yüksek uygarlık düzeyinin övüncü ile kimliklerini donatarak günümüzde yaşadıkları eziklik duygusunu bir miktar azaltmaktan başka ne kazanabilirler ki?

* Bilimsel yazıların çoğunda, gözden geçirilen kaynaklar İngilizce yayınlardır. Bunlardan bilgi aktaran yazarlar, sıklıkla, bu kaynaklardan çıkarılacak bilginin özünden çok, yabancı dildeki metne kendilerini kaptırıyorlar. Bu yazılarda, yabancı kaynağın anlatım biçiminin ve dil yapısının da Türkçeye aktarılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ortaya çeviriye benzeyen, fakat çeviri de olmayan çapraşık bir dil çıkabiliyor. Bu tür dile Türkilizce deyimi yakıştırılmıştır. İlginçtir, kullanılan kaynaklarda İngilizcenin günlük halk dilinden alınıp terim olarak oturtulan yalın sözcükler, hiç çekinmeden Türkçe yayınlarda kullanılabiliyor. Ülkemizde kimi bilim insanları İngilizce ‘deki yalın bir sözcüğe terim olma hakkı tanıyor, uygun karşılık olan Türkçe sözcüğe bu hakkı tanımıyorlar. Kimi insanları ise Türkçe yalın sözcükleri bilim diline yakıştırmıyorlar.

Sorunun ne boyutlara vardığını göstermek için birkaç örnek vermek isterim. Hekimlikte, son 30 yılın önemli buluşlarından biri ışınbilimsel (radyolojik) bir inceleme yöntemini betimleyen ve “tarama” anlamına gelen İngilizce “scanning, scan, scanner” sözcükleridir. Hekimlik dilinde, hatta halkın dilinde “karaciğer skeni, beyin skeni” böyle okunuşu ve yazılışı ile sık sık kullanılmakta, belgelere, yazılara geçmektedir. Bunların karşılığında “karaciğer taranması, beyin taranması”, bu incelemeyi yapan araç için de “taraç, taramaç” ya da daha uygun başka bir Türkçe terim önerilebilirdi, kullanılabilirdi. Ama “sken” tutundu. Şimdi siz, ne denli uygun karşılık bulursanız bulun, bunu söküp atamazsınız.

Bilimde ilerleyebilmenin temelinde bulunan özgür, özerk düşünebilme, soyutlama ve kavramlar oluşturma yetileri ancak kişinin anadili ile en verimli düzeyde gelişebilir. Bireyin ya da toplumun anadili kısır kalınca, ulusal kimlik duygusu zayıflar; özgür ve özerk düşünebilme yetisinden yoksun bireyler bilim alanında söz söyleme gücü kazanır. Böyle kişiler Türkçeyi yetersiz görürler, “yaşayan dil”, “evrensel bilim dili” gibi geçersiz görüşlere tutunurlar. Eğer bir ülkede bilimin gelişmesi, dünyada en yaygın olan bilim dilinin, yani İngilizce’ nin eğitimde egemen olmasına ve kullanılmasına bağlı olsaydı, çok güçlü dil bilinci olan Almanya, Fransa, Japonya, Rusya, İsrail, Finlandiya, İsveç gibi ülkelerin, bilimsel açıdan geri kalmış olmaları gerekirdi. Bilimde ilerlemiş ülkelerin hepsi kendi dillerine bilinçli olarak sarılanlardır.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 31 Mart 2023

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir