Bir Filozof, Oruç Aruoba “Sadelik İzahın Görkemidir”!

Bir Filozof, Oruç Aruoba “Sadelik İzahın Görkemidir”!

Bir Filozof, Oruç Aruoba (14 Temmuz 1948-31 Mayıs 2020)

1948 yılında Karamürsel’de doğmuştur. TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisansını tamamlamıştır. Yine Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaparken felsefe bölümünde doktorasını tamamladı. Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi’nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Kanada British Columbia’da Victoria Üniversitesi konuk öğretim üyeliğinde bulunmuştur. Çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yapmıştır. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlandı. 72 yaşında İstanbul’da vefat etmiştir.

İnsan hayatı iki tarih arasındaki (-) işaretine sığdırılabilir mi?  Oruç Aruoba hakkında bir paragrafta bahsettiğimiz özgeçmiş bence hayatımıza dair aradaki o (-) işaretinden ibarettir. Oysa ben hayatına yazar, şair, filozof, akademisyen, editör, çevirmen gibi pek çok sıfatı sığdırmış bir aydından bahsetmek istiyorum. Bahsetmenin ötesinde; Kendi sözleri ile: “Kişi, ölümden sonra geri kalandır”, geri kalana bir bakış atmak ve kendisini anmak istiyorum.

MEKTUPLAR

Mektup zamanımızda bir nostalji olmanın yanında sesini duyurmak isteyenlerin bir aracı artık. Hangi açıdan bakarsanız bakın mektupların Oruç Aruoba’nın hayatında zamanın ruhuna göre anlamları olduğunu görürüz. Sizlere iki mektuptan bahsetmek istiyorum. Bu iki mektuptan biri Aruoba’nın hayatla kurduğu ilişkiyi, kızı Filiz’e iç dökmelerini içeriyor. Diğeri ise onun aydın kişiliği ve tavrı hakkında bize ip uçları veriyor.

“Sevgili Kızım,

“Anımsıyorsundur: Senin için, “Benim kızım insan olacak” demiştim. Sen, benim bu sözümü o anda beynine kazımış, ama yüzüme de hayretle bakmıştın – o hayretini anımsıyorsun, değil mi? Evet, gururla, biraz da övünçle söylemiştim o sözü (babalar çocuklarından kendilerine pay çıkartırlar ya işte…); ama, yüzümde bir hüzün, bir üzüntü de görmüştün. Şaşırmıştın; pek bir anlam verememiştin buna. Bugün anlamışsındır – anladığını biliyorum: o gurur ile o hüzün nasıl oluyor da bir arada bulunabiliyorlar.

Biliyorsun.” “sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. Yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum, sen de -galiba mutluluktan- koşuşturup duruyordun. Sana, yarı şakayla, “haydi bakalım -bana erik getir” demiştim. Koşup gitmiştin: bahçede bir erik ağacının olduğunu biliyordun. Epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin: elinde bir külah: manavdan, harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın erikler…

Ağaçta erik yoktu; ama baban senden erik istemişti… -ne yapabilirdin ki…

Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın -işte seni insan yapan da bu.

Kim olmak isteğimizi sözlerimiz, olduğumuzu ise eylemlerimiz anlatır.

Zilif, 32 sayfalık kitaplaştırılmış bir metindir. Her bir satırında yaşama, insana dair izler taşır. İnsanın çaresizlikleri yanında umutlarını, vaz geçmişliklerine karşılık mücadelesini anlatır. Baba kız ilişkisindeki naifliği, bir çocuğun saflığını ortaya döker. Kendi iç hesaplaşmalarını saf bir dille, bir genç kızın anlayabileceği saf duygularla okursunuz.

Bahsedeceğim ikinci mektup, gezi olayları sırasında kaleme aldığı yazılmış mektubudur.

*1 (Bu çalışma için uzunca bir metindir, aşağıdadır)

Aydın sorumluluğuna dair aldığı tavırdır.

Auoba bu mektubunda özetle: “1973-1983 yıllarında Üniversitede görev yaptığı dönemler içinde İslamcı öğrencilerin genel sorunlarını, eylemlere bakış açılarını ele alır. Ardından otoriter rejimlerin uygulamaları neticesinde, bir isyan edenin çıkmasının olası olduğunu ve bu iç çekişmeler kısır döngüler içinde neden gelişemediğimizi sorgular”

Bunu çok çarpıcı cümleler ile şöyle ifade eder:

“Küffar”a karşı “cihat” anıtı olacak (“iki ayyaş”tan ikincisinin yıktırdığı) bir garabeti “ihya” edip, kenarına “ilk ayyaş”ın ve ayyaşların hepsinin kurduğu Cumhuriyetin de anıtının karşısına bir cami konduracağınız; solcuların da 1 Mayıs meydanı olan yeri, “kafa” nıza göre düzenleyeceğiniz sırada, birkaç “çapulcu” (yoksa “kemirgen” mi?) ortaya çıkıp, atacağınız ilk adımla ezmeye çalıştığınız ağaçlara sarılıp, “Yeter artık” dedi size. Siz hemen “Urun kellesin!” diye ünlediniz; ama, heyhat, birdenbire, nereden çıktıklarını anlamadığınız yüz binlerce ilave çapulcu çıkıverdi aynı alana, alanlara, bütün ülkeye… Emanete sahip çıkmak…”

Mektubun sonu o günler için oldukça cesaret isteyen cümleler içermektedir. İzmir, 17 Haziran 2013 tarihinde kaleme aldığı mektup, “Size saygılar sunuyorum, gene de” diye sonlarken, 25 Haziran 2013’de “Not: Bu mektup verilen tarihlerde yazılmış; ancak gönderilmesi için, “Belki umut vardır” kuşkusuyla sizin, “şiddete karşı şiddet” sözünü sarf etmenize dek bekletilmiştir. Size artık “saygılar” bile sunmuyorum…O. A.” sözleri ile biter.

Sorumluluklarımız kadarıyla insanızdır.  Aruoba’nın Aydın kimliğini genel olarak eserlerinden tespit etmeye çalışacak olursak varacağımız sonuç şöyle olur: “Aydın, tarafsız olmaz, günü kurtarmakla yani azla yetinmez, zulme gerekçe aramaz; aksine, toplumu aydınlatarak uyandırma rolünü üstlenir ve değerlerin eğilip bükülüp içinin boşaltılmasına göz yummaz.” Bu noktada Ahmet Taner Kışlalı’yı da anmak isterim “Aydının özü bilgi değil tavırdır” der.

“Zilif’de” ne diyordu Aruoba? “Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın -işte seni insan yapan da bu.”

Zaten 1980 darbesi sırasında da Aruoba’nın bu kimliğine ve kişiliğine paralel yaklaşımı hepimizce malumdur. O yıllarda da kendince insan olduğu için yapabileceğini yapmıştır. 1980 Darbesi, toplumun her kesiminde travma yarattığı gibi, üniversitede de yaratmıştır. Aydın, ileri görüşlü, gerçekliği çok yönlü kavrayabilen öğretim üyelerini, bugün de olduğu gibi üniversiteden uzaklaştırdılar. O savrulmalar içerisinde, 1983’de Oruç Aruoba da istifa etmiştir. Kendisinin Arayış Dergisinde, 1981yılında yayınlanan “Üniversitenin Ölümü” makalesini okuduğunuzda, bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananları, neden Türk Üniversitelerinin dünya sıralamasında ilk 100 arasında anılmayışının nedenlerini bulabilirsiniz. *2-“Üniversitenin Ölümü”

ŞİİR

Ona göre insanın temel sözü şiirdir. Çünkü insan yaşayan, dünyanın içinde olan, diğer insanlarla ilişkisini dil aracılığıyla kuran varlıktır. Bunu şiirle yapar. Şiir insanın bütün etkinliklerinde yer alır. İçinde yaşadığı dil ile içinde yaşadığı varoluş arasında kurduğu temel anlam ilişkisi şiir de ortaya çıkar. Şiirler insanın bilinen bütün tarihi boyunca, çeşitli biçimlerde görülür. İnsanın hayat ile temel ilişkisini dile getirmede çok önemli dilsel ürünlerdir.

Aruoba’nın şiire yaklaşımını tartışmalarından, yazılarından analiz edecek olursak şu yaklaşımı yakalamak mümkündür.

“Şiir” sözcüğü “yapmak, tasarlamak, inşa etmek, üst üste koymak” anlamlarına geldiğini dile getirir.  Bu anlamların, Latince kökenli Fransızca “poem” ve İngilizce “poetry” sözcüklerinin karşılığıdır. Oysa Arapça kökenli “şiir” sözcüğünün karşılığı “ilham”, “sezgi” anlamlarına gelmektedir.  Ortadoğu ve Batı uygarlıklarının, şiiri nasıl farklı algıladıklarını, bu iki sözcüğün etimolojisinde bulmak mümkündür. Ortadoğu kültürleri, şiiri daha çok duygusal ve psikolojik referansla, dolayısıyla daha belirsiz ve tanımsız bir nitelikle kavrarken; Batı kültürleri ise daha rasyonel bir referansla ve daha belirli, daha tanımlanabilir bir nitelikle kavramaktadır. Aruoba’ya göre şiiri duygunun ve aklın bir sentezidüzeyinde kavramak gerekir.

FELSEFE

Oruç Aruoba’nın felsefe yaklaşımının farkı, bilgiyi yorumlamakla kalmayıp, onu üretmesidir.  Bu konuda, kendisiyle yapılan bir konuşmada şunları söyleyecektir: “Türkiye’de felsefe hocaları hep bir ‘dışarlıklı’ akımının ‘Türkiye acentesi’ oldular, yani felsefeyi ‘ithal’ ettiler. ‘İthal felsefe’ felsefe değildir. Tabii ki ‘etkilenme’ denen şey vardır; ama, felsefe tarihi okumaları ancak kendi düşünceleriniz için hareket noktaları oluyorsa bir işe yarar – ya da kendi düşündüğümüz bir şeyler varsa, kendinize yakın düşünürler bulursanız; yoksa, birilerinin kötü bir kopyası olarak kalırsınız. – Felsefe okumak isteyene bulunabileceğim tek tavsiye, kendisi, okumak… Yıllar önce, bir öğrencim doktora yapmak için yurtdışına gidiyordu; bana ne yapmasını tavsiye ettiğimi sordu. Şöyle bir şey dedim: ‘Git, kendine yakın bulduğun bir filozof bul, seç, onu ıcığına – cıcığına varasıya oku, anla, öğren; sonra da, unut.” (Kuzey Yıldızı, Şubat, 2007)

Oruç Aruoba’nın felsefe doktorası yapmak üzere yurtdışına giden öğrencisine verdiği öğüt, tıpkı on yedinci yüzyılda bir Arap usta şairin, usta olmak isteyen, henüz kalfa olan bir şaire verdiği öğütle aynıdır. O çağda şairlik, belki de bütün Ortadoğu kültürlerinde olduğu gibi usta-çırak ilişkisiyle kazanılan bir niteliktir ve ancak bir ustanın vereceği “icazet” ile mümkündür. Bu bağlamda, anekdot şöyledir: “Bir gün usta olmak isteyen bir kalfa şair, ustasından icazet ister. Ustası da ona şöyle der: “Şimdi git, iki yüz şiir ezberle, gel” Kalfa şair gider, bir zaman sonra gelir, ustasını bulur ve “İki yüz şiir ezberledim usta, artık ben de usta olabilirim” deyince ustası bu kez, “Şimdi git o iki yüz şiiri unut da gel” diyerek kalfaya usta olmasının öyle kolay olmadığını hatırlatır.”

ŞİİR VE FELSEFE

Felsefe ile şiiri iç içe düşünen Oruç Aruoba’nın yarattığı bilgilerin çoğu, bildiğimiz gibi ya şiir olarak ya aforizma olarak ya da saf felsefi metinler olarak kitaplaşmıştır. Geniş bir okur kitlesini etkilemiştir.  Oggito da 2013’de Kaan Özkan’a yaptığı bir röportajda şunları söyleyecektir:

“Her yazar tek bir kitap yazar (…) Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu- önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmaya giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana “yakın” buluyor; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.”

Şiir dili ile felsefe dili, varlığı sorgulayan özellikleriyle birbirine çok yakın durur, benzeşir. Varlığı sorgulama süreci, bir bakıma anlamı sorgulamadır. Şiir de felsefe de anlamı sorgulayarak yeni anlamlar yaratırlar. Ama yöntem açısından aralarında çok önemli bir fark vardır: Şiir, anlam yaratma sürecini imgelerle, yani anlamların görsel tasarımlarıyla yaparken; felsefe bu süreci kavramlarla yapar.

İşte Oruç Aruoba’nın ürettiği felsefi metinlerin şiir sanılmasının nedeni bir anlamda tam da bundandır.  Kısacık -elbette kendimce- iki örnek ile bunu açıklamak isterim.

Akıyordu su gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!

Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

Birden bire kuş gibi vurulmuş gibi kanadından yaralı bir atlı yuvarlandı atından!

Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı, baktı yalnız dolu gözlerle uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık! Ne yazık ki ona dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde, atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

 

Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar!

Atları rüzgâr kanat… Atları rüzgâr…

Atları… At…

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

Akar suyun sesi dindi.

Gölgeler gölgelendi. renkler silindi.

Siyah örtüler indi. mavi gözlerine, sarktı salkımsöğütler sarı saçlarının üzerine!

Ağlama salkımsöğüt ağlama,

Kara suyun aynasında el bağlama!

El bağlama!

Ağlama!

 Nazım Hikmet, 1928

 

Şiiri imgeler ile adeta bir film gibi seyrettik. Şiir ve tabi büyük usta Nazım, imgelerle, yani anlamların görsel tasarımlarıyla yeni bir anlam yarattı.

Bir de Kant’ın ahlak felsefesine bir cümle ile göz atalım.

“İnsan sadece doğal yasalara bağlı olan bir varlığın ötesinde ahlaki istek ve taleplere sahip olan bir varlıktır. İnsanda ki bu istek ve talepler kendilerini ahlaki olarak göstermesi için Özgürlük şarttır. ‘En yüksek İyi’nin gerçekleşmesinin koşulu Tanrı ve ölümsüzlük olduğu gibi ahlakın koşulu da özgürlüktür. Erdem ve mutluluk en yüksek iyinin temel iki öğesidir. En yüksek iyi kavramı sayesinde insanlar dine yönelmiş ve ödev dünyada en yüksek iyinin gerçekleşme çabasındadır.”

Kavramlar (doğa yasası, ahlak, özgürlük, en yüksek (tanrı) erdem ve mutluluk) ve onlara bağlı yeni anlamlar.

Zaman zaman şiirsel dil ile felsefi dil birbirine karışır. Kimi felsefi metinlerin şiir olduğu sanısına kapılırız.  Oruç Aruoba, bir konuşmasında bu durumu şöyle açıklayacaktır:

“…Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmaya çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyazı olarak yazdıklarımı da ‘şiirsel’ buluyor.” (Oggito,2013)

İşte oruç Aruoba’nın metinlerinde kavramlar adeta birer imge gibi kullanılmış bizi şiir sandığımız felsefi metinler ile buluşturmuştur.

Bu bağlamda, Oruç Aruoba’nın birçok felsefi düz yazısal metninin, kendisi bu niyetle yazmamış olsa bile, şiir niyetiyle okunmasında hiçbir sakınca da yoktur elbette.  Ayrıca bu metinler şiirin birçok özelliğini de taşımaktadır. Şiirsel dilin biriciklik ve tekrarlanamazlık özelliği de bu metinler için geçerlidir.

Şu örnekte olduğu gibi:

“Gün olur,

Katettiğin yol boyunca tek bir güzellik çıkmaz önüne:

Gözüne çarpan ne varsa,

Çirkindir, sakildir, kirlidir, çamurludur.

Oysa gideceğin yerde, senin geleceğini bilerek

Bekleyeceğini bildiğin tek bir güzellik (temiz ve arı) varsa,

An gelir, yüreğin doluverir,

“O’na doğru yoldayken.”  (Oruç Aruoba, Tümceler, Metis Y.,2019)”

Ömrü boyunca çalışmış, üretmiş bir filozofun kitaplarından eserlerinden bahsetmek her biri için ayrı birer çalışma konuşur. Bir ömre sığan yüzlerce makaleden ve pek çok kitaptan bu çalışmada ele alacağım iki örnek olacak. “Uygarlık Üzerine Notlar” ve “De ki işte…”.

“UYGARLIK ÜZERİNE NOTLAR”

Defter dergisinin 1988 yılına ait üçüncü sayısında Aruoba’nın, kriz veya aporia durumuna kendiliğinden bir çözüm getirecek olan o ünlü metni, “Uygarlık Üzerine Notlar” yayınlanır. (Aporia terimi, Aristoteles tarafından öznenin düşüncesinde isteme bağlı olmaksızın ortaya çıkan ya da toplumdan yahut bilgelerden edinilen ‘saygın’ kabul edilen inançlardan türeyen bağdaşmazlıklarla ilgili kafa karışıklıkları için kullanılmıştı) Aruoba’nın çıkışını sağlayan ne akademik felsefeciliği ne çevirileri ne Nietzsche sevgisi ne de şiirleridir; onun çıkışını sağlayan “Uygarlık Üzerine Notlar” metnidir. “Uygarlık Üzerine Notlar” devrimci bir metindir ve dönemin genç kuşağına her şeyden önce teorik bir özgüven duygusu vermiştir. Bu metnin tamamı Aruoba’nın Yürüme adlı kitabındadır. Bu kitap o dönemde birçok kişinin el kitabı, başucu kitabı olmuştur. Felsefe ilk defa toplumun ruhuna nüfuz etmiştir. Aruoba 90’ların başında devrimci dönüşümün adı olmuştur. Pek çok aforizmasından sadece kısa bir kesit paylaşmak isterim.

“Uygar kişi kendisi ile bütün insanlar (insanlık) arasında bağ kurabilen insandır. (…) Uygar toplum yoktur, uygar kişiler vardır. (…) Bolluk içinde olmak, ekonomik gelişmişlik, refah, uygarlık demek değildir hiç de. (…) Uygarlık doğal durumdan uzaklaşmaktır. Üst anlamda yabancılaşmak, soyutlanmaktır. (Bu yüzden de felsefe en üst uygarlaşma aracıdır.)”

“Uygar kişi acı çeken insandır. Ama ‘üzüntü’ değildir bu; bir ‘vah vah’ değil. Dünyanın temelden bozuk olduğu duygusu gelir uygar kişiye zaman zaman- o zaman acı çeker. Üzüntüden çok da kızgınlıktır duyduğu.”

“Örneğin nesli tükenmeğe yüz tutmuş bir canlıyı kurtarmaya çalışan bir hayvanbilimci uygardır. Buna karşılık, dar, sınırlı üretim birimlerine yoğunlaşan, kendi amaçları için dünyanın bütünlüğünü göz ardı eden (atıklarını denize döken) teknolojik/endüstriyel “uygarlık” uygarlık dışıdır.”

“DE Kİ İŞTE…”

De, ki-işte giriş ve üç bölümden oluşur. ANLAMA-RAYIŞ, ÖLÜM (de), YAŞAM (ki) ve FELSEFE (işte). Aruoba bu bölümlerde yaşam, anlam, anlamlı yaşam ve bunun felsefe ile nasıl temellendirilebileceği üzerinde durur. Bunu bazen metaforlar ve çoğunlukla da az önce değinmeğe çalıştığım şiirsellik içinde okuyucusuna aktarmaya çalışır. Kitap, tam da Aruoba’nın da çok iyi tanıdığı Nietzsche’nin “insan uçuruma bakarsa uçurum da insana bakar” sözünden hareketle uçurumun, tam da bakıldığı andaki düşüncelerini anlatır. Bu anda kimi zaman uçurumdan aşağı düşen taşları bulursunuz, kimi zaman da düşmemek için kendinizi aşağıda gördüğünüz dalda güvende hissedersiniz.

ANLAMA-RAYIŞ

“Bir akşam kuruyemişçiye gider, kuruyemiş alırsın.

“Ayrı mı olsun, karışık mı?” diye sorar satıcı.

“Karışık” dersin: biraz beyaz leblebi, tuzlu fıstık, badem, Şam fıstığı (kabuklu; kabuksuzu çok pahalı), biraz da fındık- tuzla kavrulmuş.

Satıcı kesekağıdını doldurur, sallar, içindekileri iyice karıştırır.

Evde, kesekağıdını büyücek (yeterli büyüklükte) bir- cam- kaba boşaltır, içkini koyar, çalışma masana oturursun.

Önce leblebileri teker teker ötekilerin arasından seçer, avucunda toplarsın- bir yandan yer, bir yandan içersin (-bir yandan da yazacağını düşünürsün).

Kapta hiç leblebi kalmadığından emin olunca (iyice karıştırırsın kabı, emin olmak için; emin olmalısın),

fıstıklara geçersin, onları da teker teker seçer, toplar, birer birer, kabuklarını kül tablasına ayıklayarak yersin;

onlar bitince (iyice emin ol), bademleri, onların da kabuklarını ayıklayarak (hepsi ayıklanmaz; ayıklanmayanlarını öyle, kabuklu yersin;

sonra Şam fıstıklarını seçer (kabuklarını tırnağınla açarak (kabukları açılmayanları kül tablasına atarsın) – o arada, yazacağını düşünmeye epey uzun aralar verirsin);

en son da, pek sevmediğin fındıkları yersin; zaten yalnız onlar kalmıştır kapta; onları ayıklaman da gerekmez – bu arada içkin de bitmiştir.

Yaşamı anlamaya başlamışsındır.

(-Şimdi ne yazacağını biliyorsun.)”

Bu girişe benim sözüm “hayat sevdiklerinle başlar, mücadele ile sürer, mecburiyetlerinle biter” olacak. Bu metafor üzerine pek çok düşünce zihnimizde belirebilir, tartışabiliriz.

ÖLÜM (de)

Nasıl olsa öleceğimize göre

Yaşamlıyız.

Ölüm de şu anda bildiğim,

Bilincinde bir şey olarak,

Yaşayan bir şey değil mi ki?

Ölüm yaşamdır.

Ölümsüz yaşam anlamsızdır.

Ölümle “sona eren” yaşamın kendisidir, anlamı değil.

YAŞAM (ki)

Yaşamını yaşamadan yaşayamazsın

– yaşamın, yaşanınca, yaşamındır.

Yaşamın, yaşadıklarındır

– yaşamaya ‘karar’ verdiklerin, ya da yaşamak ‘istedik’ lerin değil…

FELSEFE (işte)

“Felsefe yapmak,
kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.”

Son olarak Hilmi Yavuz onun felsefe ifade şeklini şöyle tarif ediyor.

“Oruç, felsefeyi Blanchot’nun kavramlaştırdığı “parçalı yazı” ile yapmayı yeğlemiştir. Kitapları, bu tür felsefe yapmanın seçkin örnekleri olarak okunmalıdır. Parçalı yazı, evet, çünkü, Nietzsche’nin felsefe yapma tarzı da budur! Ve bu, sistemli, bütüncül felsefe yapma geleneğine karşı bir başkaldırıdır. Tuhaftır: Oruç, aslında akademik doktora ve post-doktora çalışmalarını bu sistemli felsefe geleneğinin temsilcilerinden Hume’un ve Kant’ın izini sürerek yapmış, ama kendi felsefesini bu geleneğe değil, bu geleneğe karşı çıkan bir tarzın, parçalı yazının içinden üretmeyi tercih ermiştir… Bana sorarsanız, doğru olan da budur!”

Eğer bana sorarsanız, bu sadeliktir ve “Walt Whitman’ın dediği gibi: “Sadelik İzahın Görkemidir”

Son söz yine Oruç Aruoba’nın olsun.

“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir.”

Yazar: Uzm. Ecz. H. Kürşat Parlatan, Ankara, 18 Ocak 2025

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir