Bülent Eczacıbaşı’nın “Biraz Daha Düşününce” Kitabı…

Bülent Eczacıbaşı’nın “Biraz Daha Düşününce” Kitabı…

“Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.” Sokrates

“Yaşanmamış hayat sorgulanmaya değmez” Amerikalı psikolog Sheldon Kopp

Genç adam nişanlısının babasıyla konuşuyormuş: “Sigara içmem, içki içmem, kumar oynamam, çok çalışırım, aile değerleri benim için her şeyden önce gelir.” “Aman ne kadar iyi! Senin hiç kusurun yok mudur?” “Sadece bolca yalan söylerim!” Böyle damada can kurban!

Londra ve Paris Üniversitelerinin takımları Akademisyenler Arası Dünya Futbol Şampiyonası finaline kalmışlar. Maç öncesinde İngiliz takımının teknik direktörü üniversitenin rektörüne gitmiş: “Bizim takım biraz zayıf kalacak” demiş. “Benim aklıma bir çare geliyor. Eski milli takım kaptanımız David Beckham vardır, onu bizim spor akademisinde hoca yapsak, sonra da takıma alsak. Nazar değmesin, hala canavar gibi, Fransız hocaların takımını tek başına dağıtır.” “İyi fikir,” demiş rektör, “hemen gereğini yapalım.” Böylece Beckham takıma girmiş ancak İngiliz takımı fena halde yenilmekten kurtulamamış.

Rektör, teknik direktöre sormuş: “Nasıl oldu da biz yenildik? Profesör Beckham Hoca oynamadı mı?” “Oynamaz olur mu, oynadı” demiş antrenör. “Ama karşı takımda da Profesör Mbappe ile Profesör Dembele hocalar vardı.” İşte, takım oyununu bırakıp yıldızlarla yola çıkmaya kalkarsak ara sıra böyle şeyler başımıza gelebilir…

Bülent Eczacıbaşı’nın Ekim 2024’de yayınladığı son 267 sayfalık son kitabı olan Biraz Daha Düşününce” adlı eserini bir solukta okudum. Çoğumuzu yakından ilgilendiren ve O’nun deneyim süzgecinden geçen değerlendirmeler, düşünceler ve yaklaşımları içeren ve kitabı satın alıp okumanızı önereceğim. Çok akıcı ve rahatlıkla okunabilir olan bu eserin ben de öne çıkan bazı paragraflarını aşağıya aktarıyorum.

Öne çıkan bazı bölümler:

*Ünlü fizikçi Niels Bohr’a atfedilen bir hikâye vardır. Evinin kapısının üzerinde bir at nalının asılı olduğunu görenler Bohr’a sormuş: “Siz büyük bir bilim insanısınız, nasıl oluyor da at nalının uğur getirdiğine inana biliyorsunuz?” Bohr: “Buna inanmıyorum ama duydum ki at nalı inanmayanlara da uğur getiriyormuş.”

Bohr’un şakası bilimsel gerçekleri bilmekle bilimsel düşünce biçimini benimsemek arasındaki farkı çok güzel anlatıyor. Bilimsel olanla olmayanı ayırt etmeye kafa yormazsanız bin bir türlü sahtekâra av olursunuz. Size gaipten haber verenler, geleceğinizi okuyanlar, sağlık sorunlarınıza bilim dışı çareler vaat edenler, akla hayale sığmayan parasal kazançlar sağlayacaklarından söz edenler sizi hem soyar hem de eğlenir.

* Üstat Peter Drucker, “Tüm organizasyonların paylaştığı tek ortak nokta krizlerin kaçınılmazlığıdır” diyor. Demek ki iş yaşamında sık tekrarladığımız, “Dünyada iki kaçınılmaz gerçek vardır: Ölüm ve vergiler” sözüne yöneticiler için üçüncü bir madde eklememiz gerekiyor: Krizler… “Baş olan krizsiz olmaz” Bu gerçeği kavrarsak, kriz yönetimini öğrenmenin önemi ortaya çıkar.

* Patrona sormuşlar: “Niçin koridorun ortasına boydan boya bir çizgi çizdiniz?”  Patron cevap vermiş: “İşe geç gelenlerle işten erken çıkanlar çarpışmasın diye …” Bu fıkra benim aklıma şöyle bir soruyu getiriyor: Eğer işinden kaçanlar koridorlarınızda izdiham yaratıyorsa bunu trafiği düzenleyerek çözemeyeceğiniz kesin; peki insanlara daha fazla para vererek çözebilir misiniz?

* Her sabah önümüzde bir sepetin kapağı açılıyor, içinden çok sayıda tavşan çıkıyor, hepsi ayrı yönde koşmaya başlıyor. Hepsine birer birer sırayla odaklanıp peşlerinden koşarak yakalamazsak hiçbirini tekrar sepetin içine sokmak ihtimalimiz yok… Bir onun bir bunun peşinden koşturup durmak sonuç getirmiyor. Yanılmıyorsam “Çok iş yapmaya kalkan az iş yapar” anlamında hem Alman hem de İtalyan atasözleri var.

* Çalışanları sadece büyük başarıları için takdir ifadeleriyle ödüllendirmek yeterli olmaz. İnsanlar küçük başarılarının da farkına varıldığını ve takdir edildiğini görmek ister. Amerikalı Amiral William H. McRaven’in 2014 yılında Austin Texas Üniversitesi’nde yaptığı mezuniyet konuşması internette milyonlarca defa izlenmişti. McRaven askerlikte sabahları yatakları kusursuz şekilde yapmaya verilen önemin nedenini anlatmış, “Dünyayı değiştirmek istiyorsanız yatağınızı yaparak işe başlayın” demişti. Şöyle diyordu McRaven: “Her sabah yatağınızı yaparsanız günün ilk görevini yerine getirmiş olursunuz. Bu size küçük bir gurur duygusu verecek ve sizi bir şey daha, bir şey daha, bir şey daha yapmak için cesaretlendirecektir. Günün sonunda, tamamlanan bir görev, tamamlanan birçok göreve dönüşecektir. Yatağınızı yapmak size ayrıca hayatta küçük işlerin önemini de gösterecektir. Küçük işleri doğru yapamayan büyük işleri de asla doğru yapamaz. Eğer olur da kötü bir gün geçirirseniz, eve döndüğünüzde yapılmış bir yatakla-sizin yaptığınız yatakla-karşılaşırsanız ve yapılmış bir yatak size yarının daha iyi olacağına dair cesaret verir.”

* Gençler bana liderlik konusunda kitap tavsiyesi sorduklarında hep birinci sırada belirttiğim, Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı adlı kitabıyla ünlenen, liderlik konusunda otorite kabul edilen, yazar Steven R. Covey’nin, bir çare önerisi olmasa bile, çok önemli bir uyarısı var. Kitabında proaktif olmayı birinci sıraya koyuyor. Proaktif olmak, daima çözüm üretme çabasında olmak ve sorumluluk üstlenmek anlamına geliyor. Proaktif insanlar çevrelerinden gelen olumsuzluklara tepki vermeye değil, müdahale etmeye, etki yaratmaya odaklanıyor. Onlar her durumda olumlu bakış açısı ortaya koyan insanlar. Karşınızda durmadan şikâyet eden; kontrolü dışındaki koşulları veya başka insanları sürekli suçlayan; hava kötü olduğu zaman morali bozulan, iyi olduğu zaman morali yükselen biri varsa bilin ki proaktif biri değildir.

* Covey, doğru biçimde proaktif olabilen insanların hayatta her türlü güçlüğün altından kalkabileceklerini belirtti. Bana Viktor Frankl’ın felsefesini hatırlattı. Psikoterapide “anlam terapisi” (logoterapi) yaklaşımını geliştiren kişi olan Avusturyalı Psikiyatr Viktor Frankl, Auschwitz ve Dachau gibi Nazi toplama kamplarında uzun süreler tutsak kalmış, işkenceler ve büyük acılar yaşamıştı. Bu deneyimleri sırasında insanların anlam arayışının hayatta kalma ve dayanma gücüne nasıl etki yaptığını gözlemlemiş; hayatta ima gücünün temelinde insanın anlam arayışının yattığını savunmuştu.  Frankl’a göre hayatta çok büyük zorluklarla ve olumsuz koşullarla karşı karşıya kalabiliriz fakat asıl önemli olan bu koşullara nasıl tepki vereceğimizdir.  

* CEO sadece şirketi idare etmez, patronu da idare eder. Gelişigüzel, her aklına esen konuya müdahale eden bir patron veya daha kötüsü “patronlar” varsa, CEO bir işkence koltuğunda oturuyor demektir. Ama CEO’ların yetki ve sorumluluk sınırlarına saygı göstermekte ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, yönetim sorunlarına kendi özgün bakış açıları, bazı kişisel merakları ve hassasiyetleri nedeniyle patronlar CEO’ların işine karışmaktan bazen kendilerini alamaz. O zaman CEO’lara ustalıklı manevralar yapmak sorumluluğu düşer. Patronun tutarsızlıkları, tutkuları, takıntıları ve tuhaflıkları CEO’lar için iş yaşamının kaçınılmaz bir gerçeğidir.

* Kişilerin, kurumların, toplumların önündeki değişim engelleri bire bir aynı değil ama ortak noktaları var. Bunların arasında özellikle iki olgu öne çıkıyor: Alışkanlıklarımız ve tepkiselliğimiz. Alışkanlıklarımızı değiştirmek her zaman zor gelir bize. Yemek masanızdaki yerinizi hiç değiştirir misiniz? Arabanızı park ettiğiniz yeri? İşe geliş gidiş saatlerinizi? Diş macununuzun markasını en son ne zaman değiştirdiniz? Berberinizi veya kuaförünüzü? İnternet tarayıcınızı? Beynimizin bir bölümüyle “yeni”yi ararken bir başka bölümüyle de alışkanlıklarımıza tutunuyoruz. Yenilikleri alışkanlıklarımızdan ancak kabul edebileceğimiz bir uzaklıkta ise benimseyebiliyoruz. Ünlü tasarımcı Raymond Loewy geliştirdiği MAYA (Most Advanced Yet Acceptable- En İleri Ama Kabul Edilebilir) kavramını otomobilden ev eşyalarına kadar çok çeşitli tasarım projesinde başarıyla kullanmıştı.

* Michael Bar-Eli isimli bir akademisyenle ekibinin yaptıkları bir araştırma var, futbol meraklılarına ilginç gelebilir. Bu araştırma penaltı atışlarında kalecilerinin sağa veya sola atlamak yerine ortada durmaları halinde penaltıyı kurtarma şanslarının en yüksek olduğunu gösteriyor. Buna rağmen kaleciler hemen her defasında bir yana atlamayı seçiyor, ortada durduklarına çok az rastlanıyor. Çünkü golü yerlerse yerinde durmuş olmanın hem seyircilerin tepkisi hem de kendi psikolojileri açısından maliyeti daha yüksek.

* İrlandalı Charles Handy Dünyadaki Ünlü “Gurular” arasında Amerikalı olmayan nadir kişilerden biri… Şöyle diyor: “Toplum için çok büyük öneme sahip olmasına rağmen ne eğitimin ne de yeterliliğin aranmadığı üç iş vardır: Yöneticilik, politikacılık ve ebeveynlik.”
Tartışmalı bir konu… Politikayı ve ebeveynliği bir kenara bırakalım, biz yine iş dünyasının dışına çıkmayalım. Herkes mesleği ve eğitimi ne olursa olsun girişimci veya yönetici olabiliyor, orası doğru. Yönetici ararken mutlaka bir işletme diplomasının istenmediği de yanlış değil ama biz bazı yeterlilik kanıtları üzerinde önemle duruyoruz: Uygun bir eğitim düzeyi, bazen en önemli ölçüde deneyim, kişilik özellikleri gibi…

* MBA eğitim sürecinin analitik yöntemlere fazla ağırlık vererek pratik yaklaşımları geri plana ittiğini; yaratıcılığı olmayan, aşırı kendini beğenmiş insanlar yetiştirdiğini ima eden fıkralar ve şakalar bu eleştiriler hakkında ipuçları verir:

MBA’liler niçin poker oynamaz? İş planı olmadan risk alamazlar da ondan …
Bir partideki insanlar arasında MBA’lileri nasıl ayırt edersin? Merak etme, onlar kendileri söyler.Bir MBA‘li evlenme teklifi yapmadan önce ne yapar? SWOT (strengths, weaknesses, opportunities, threats- güçlü yönler, zayıf yönler, fırsatlar ve tehditler) analizi yapar.

* Kediler kendilerini sevdirmek için taklalar atmazlar ama sevdikleri insana sokulurlar. Kedilerin nankör olduğu ise her yaptıklarına bir karşılık arayan insanların uydurduğu bir iftiradır. Kedi, kedi huyludur; onu böyle kabul ederseniz davranışlarında bir olumsuzluk görmezsiniz. Kediler son derece temizdir, hiçbir yeri kirletmez. Hepimiz kedileri örnek alsaydık, çevre kirliliği diye bir sorunumuz olmazdı. Dünyadaki evcil kedilerin sayısı hakkında 220 milyondan 375 milyona kadar değişen tahminler veriliyor. Kesin olan bir şey varsa o da bu rakamın hızla artmakta olduğu. Üstelik bazı ülkelerde sahipsiz sokak kedilerinin sayısının ev kedilerinden kat kat fazla olduğu biliniyor.

Kedi çevikliğin bir numaralı simgesi; iş yaşamında çeviklik günün en gözde kavramlarından biri değil mi? İş yaşamında başarının diğer “olmazsa olmazlarını” düşünelim: Merak, azim, odaklanma … Kedinin merakı dillere destandır. Çevresini durmadan inceler; her şeyi koklar, nerede açık bir kapı, dolap, çekmece görse içine dalar. Kedi sahibi olanlar iyi bilir; kedi bir şeyi aklına koydu mu onu yolundan döndürmenin imkânı neredeyse yoktur. Avına gözünü diken ve saldırı pozisyonuna geçen kedi ise “odaklanmanın” ete kemiğe bürünmüş resmidir.

“Başarıyla baş edebilmek” gerekiyor. Başarı insanı sarhoşluğa benzer bir hale sokabiliyor. Etrafınızı netlikle algılama becerinizi kaybediyorsunuz, gözünüz kararıyor. Risk algınız değişiyor, cesaretiniz ve atılganlığınız artıyor, bir “yenilmezlik” duygusuna kapılıyorsunuz. Bunları aşabilmek için “soğuk duş”un altına girmeniz, kendinize gelmeniz gerekiyor.
“Tanrılar mahvetmek istediklerinin önce aklını başından alır” diyor-kaynağı kesin olmamakla birlikte- eski Yunan yazarlarına atfedilen bir özdeyiş …Bu söz çok beğenilmiş olmalı ki bir benzeri daha türemiş: “Tanrılar mahvetmek istediklerine kırk yıl başarı verir.”

* Hintli milyarder Ratanji Tata hakkında anlatılan bir hikâyeye göre de bir radyo sunucusu ona şu soruyu sormuştu: “Efendim, hayatınızdaki en mutlu an neydi?” Tata soruyu şöyle yanıtladı: Hayatta mutluluğun dört aşamasından geçtim ve sonunda gerçek mutluluğun ne demek olduğunu anladım. İlk aşama servet ve kaynak biriktirmekti. Ama o noktada istediğim mutluluğa ulaşamadım. Sonra ikinci aşama geldi, değerli eşyalar toplamak… Ama bunun da etkisinin geçici olduğunu ve değerli şeylerin parıltısının uzun sürmediğini fark ettim. Sonra büyük bir proje fikriyle bağlı üçüncü aşama geldi. O dönemde Hindistan ve Afrika’daki dizel yakıt tedariğinin yüzde 95’ine sahiptim. Ayrıca Hindistan ve Asya’daki en büyük çelik fabrikası da benimdi. Ama burada da hayal ettiğim mutluluğu yakalayamadım. Dördüncü adım, bir arkadaşımın benden yürüyemeyen çocuklar için tekerlekli sandalye almamı istemesiydi. Yaklaşık 200 çocuk… Arkadaşımın tavsiyesi üzerine hemen tekerlekli sandalyeleri aldım. Ancak arkadaşım onunla birlikte gelmem ve tekerlekli sandalyeleri çocuklara bizzat benim teslim etmem konusunda ısrar etti. Ben de hazırlandım ve onunla gittim. Orada çocuklara tekerlekli sandalyelerini kendi ellerimle verdim. Çocukların yüzlerinde garip bir mutluluk ışıltısı vardı. Onları tekerlekli sandalyelere oturmuş, etrafta gezinirken ve eğlenirken izledim. Sanki bir piknikteydiler ve hep birlikte bir ödül kazanmışlardı. İçimde gerçek bir mutluluk hissettim. Gitmeye karar verdiğimde çocuklardan biri bacağımı tuttu. Yavaşça bacaklarımı kurtarmaya çalıştım ama çocuk yüzüme baktı ve bacaklarımı bırakmadı. Eğildim ve çocuğa sordum: “Başka bir şeye ihtiyacın var mı?” Bu çocuğun cevabı beni sadece şok etmekle kalmadı, aynı zamanda hayata bakış açımı da tamamen değiştirdi. “Yüzünü hatırlamak istiyorum, cennette senin ile karşılaştığımda seni tanıyabilmek ve sana tekrar teşekkür edebilmek için!”

* Beni asıl korkutan yalan dünya değil, yalan kültürü. Sevdiğim bir söz var: “Bazı insanlar bilmek ister, bazıları ise inanmak ister.” Kuşkusuz hepimizin içinde her iki istek de var. İkisi de çok gerekli ve önemli. Bilmek istediğimiz için öğreniyoruz, meslek sahibi oluyoruz, araştırma yapıyoruz, teknolojiler geliştiriyoruz; insanlık ilerliyor, refah artıyor. İnanarak da erişilmez gibi görünen ideallere uzanıyoruz; görünüşte hiçbir gerçekçi yönü olmayan, sadece hayallerimizde yaşayan hedeflere koşuyoruz, büyük işler başarıyoruz; Allah’a ve kutsal öğretilere iman ediyoruz, iç huzuruna kavuşuyoruz. Ancak içten gelen bu isteklerin insanlar arasındaki ölçüsü farklı.

Bazı insanlar daha çok bilmek, bazıları ise daha çok inanmak istiyor. Benim sadece etrafıma baktığım zaman gördüklerime dayanan gözlemim o ki dünyada inanmak isteyen insanların sayısı bilmek isteyenlerden çok daha fazla. İnanmak öğrenmekten daha kolay; bilgi edinme ve öğrenme gibi zaman ve çaba gerektiren bir süreç değil. İnançlar genellikle daha hızlı ve zahmetsiz bir şekilde kabul ediliyor ve zihinsel yükü azaltıyor. Ayrıca insanlar mevcut inançlarını destekleyen bilgileri tercih etme eğiliminde olduklarından yeni ve potansiyel olarak rahatsız edici olabilecek bilgilerden kaçınabiliyor.

* Yalanın örnek alınarak yayılmak gibi kötü bir huyu var. Bilimsel deneyler ve gözlemler bunu kanıtlıyor. Yalan söyleyenler toplumda kabul gördükçe başkalarına örnek oluyor ve toplumda “yalan kültürü” etkisini artırıyor. Yine bilimsel bulgular gösteriyor ki yalanı hayat tarzı haline getirenler, söyledikleri yalanların getirdiği yarardan bağımsız olarak yalan söylemeye eğilimli oluyor ve bu alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçmiyor.

* Yüksek akademik başarının böyle bir yetkinliğin işareti olduğunu düşünürüm. Akademik dereceleri pek övünülecek düzeyde olmadığı için bana Einstein’ın okuldan atıldığını, Bill Gates’in üniversiteyi bitirmediğini hatırlatanlara “Siz bir Einstein veya Bill Gates olduğunuzdan eminseniz sorun yok, diploma almak için hiç uğraşmayın” diye yanıt veririm.

* Kendimden üstün gördüğüm insanları kuruluşumuza kazandırmaya çalışırım. Patronların da öğrenmeye ihtiyacı vardır, belki herkesten fazla… Ogilvy&Mather reklam ajansının kurucularından efsanevi reklamcı David Ogilvy’ye atfedilen anekdotu çok severim. Bu hikâyeye göre ajansta yeni işe başlayanlara, David Ogilvy iç içe geçen dört beş bebekten oluşan bir matruşka hediye edermiş. Bu matruşka bebeklerinin en küçüğünün içine bir de not yerleştirirmiş. Notta şöyle yazarmış: “Eğer hepimiz kendimizden daha küçük insanları işe alsak, bir cüceler şirketi oluruz. Ama hepimiz kendimizden daha büyük insanları işe alırsak, bir devler şirketi oluruz.”

* Nasıl bir kültür olmalı? Britanyalı bilim insanı ve roman yazarı C.P. Snow’un 1959 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yaptığı “İki Kültür” (The Two Cultures) başlıklı konuşması geniş yankı uyandırmış ve tartışmalar başlatmıştı. Snow modern toplumun entelektüel yaşamında iki ana kültür olduğunu savunuyordu İnsan bilimleri ve doğa bilimleri. Snow’n göre bu iki alanda çalışanlar arasında ciddi bir iletişim kopukluğu ve anlayış eksikliği vardı. Bu iki grup, birbirlerinin çalışmalarını ve düşünce tarzlarını anlamakta zorlanıyordu. Eğitim sistemleri ve toplumsal yapı, bu kültürel ayrışmayı pekiştiriyordu.

* Kitaplar gerçekten hayatımızı değiştirir, bazen farkında olmasak da. Bütün bunları düşününce çok sayıda önemli iş insanının edebi eserlerden etkilenmiş olması şaşırtıcı değil. Sorgulama alışkanlığı filozoflardan ve bilim insanlarından öğrenmemiz gerekenlerin başında geliyor. Bütün dogmaları, her varsayımı, tartışılmaz olarak bize sunulan her kuralı ve bilgiyi, değişmez kabul ettiğimiz tüm değerleri aklımızla tartıp sorgulamak… Kuşkucu olmak ama kuşkuculuğu bile yeri geldiğinde sorgulayarak “Nereye kadar kuşkucu olmalıyız?” diye sormak…

Hiçbir düşünceye onun doğruluğunu sorgulamadan ve akıl süzgecinden geçirmeden bağlanmamak… Galileo Galilei’nin, Rene Descartes’ın, Baruch Spinoza’nın, lsaac Newton’ın, lmmanuel Kant’ın, Aydınlanma’nın öteki düşünürlerinin, bilim insanlarının ve bu kitaba ilham veren Michel de Montaigne’in bize öğretmiş olduğu gibi.

* Etkili iletişimde anekdotların da rolü çok büyük. Kısa ve ilginç hikâyeler olarak anekdotlar monoton giden bir konuşma veya yazıyı canlandırır. Soyut veya karmaşık konuları somut örneklerle anlatmayı kolaylaştırır. Gerçek hayattan örnekler, teorik bilgilerin doğruluğuna ve uygulanabilirliğine kanıt olur. Kişisel deneyimler paylaşılınca iletişim daha samimi ve etkili hale gelir, daha derin ve anlamlı bir etkileşim gerçekleşir, fikirler daha çok hatırda kalır.

Din bilgini, filozof William Ellery Channing: “İyi bir anekdot kalın bir biyografi kitabının yerini tutar” diyor. Birçok güzel konuşmadan veya yazıdan özdeyiş ve anekdotları çıkardığınızda geriye kuru ve teorik derslerden başka bir şey kalmadığını görürsünüz.

* Bir mizahçının yaptığı şu saptama çok düşündürücü: “Bir kaynaktan alıntıya ‘intihal’, iki kaynaktan alıntıya ‘araştırma’, yüzlerce kaynaktan alıntıya ‘kitap’, milyonlarca kaynaktan alıntıya ‘yapay zekâ’ denir.” Acaba bundan sonra yazdığımız kitapların tümünü tırnak işaretleri içine mi almak gerekecek? Ama bunun pek önemi yok, çünkü aynı yaşamın kendisi gibi, her kitap da bir özdeyiştir. Bir büyük harfle başlar, bir noktayla biter. Yazarın kişiliğini oluşturan deneyimlerin, düşüncelerin, çevresiyle etkileşimlerinin, öğrenilmiş bilgilerin bir sonucu ve özetidir. Mutlaka bir sentezdir, ama özgün bir sentezse değerlidir.

Yazan ve Derleyen: Halit Yıldırım, Ankara, 28 Aralık 2024

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir