İnsanı İnsan Yapan Sınırlar

İnsanı İnsan Yapan Sınırlar

“Hayat bir oyuna benzer. Uzunluğu değil, iyi oynanıp oynanmadığı önemlidir.” Seneca

İnsanların yaşamlarını “düşünce yapılarına” göre oluşturduklarını ve sınırladıklarını kolayca görebiliriz. İnsanlar başlangıçta, bir şeyleri elde etmek için çaba harcarlar. Ama ancak hayali bir engele ulaşana kadar bizler çabalarımızı sürdürür ve ilerleriz. Sonra kendi dayattığımız, sınırlayıcı bir tutum yüzünden dururuz. Ve potansiyellerimizi sonuna dek kullanmadan, yaşam tabakasını olduğu gibi kabul etmeye yöneliriz. Kendimizi, bir bakıma düşüncelere, hareketlere ve sonuçlara hapsederiz. Böylece de kendi koyduğumuz hayali sınırların ötesine geçmemiz de çok kolay olmaz. Bunun içindir ki böyle sınırlar ve güçlüklerle karşılaştığımızda, cevaplar ve çözümler aramayı savsaklarız hatta aramadan vazgeçebiliriz. O nedenle de bizler yaşamda ancak kendi oluşturduğumuz sınırlarımız ve kendimize dikte ettirdiğimiz “sorumluklarımız” kadarızdır.

İnsanoğlu yaşam sürecinde, varoluşunda itibaren güvenlik gereksinimini karşılayarak fiziksel tehlikelerden kaçınabilmek, hayatta kalabilmek ve bu korkuyu ötelemek amacıyla birtakım duvarlar-surlar, barikatlar ve hatta büyük çaplı kaleler inşa etmişlerdir… Oluşturulan bu duvar ve surların “içeride kalanlar ve dışarıda tutulanlar” açısından çifte etkisi vardır: Bu yönüyle olguya baktığımızda Robert Frost, “Duvarı Onarmak” adlı şiirinde, Bir duvar örmeden önce bilmek isterdim, neyi duvarın içinde ve dışında bırakıyorum,” diye yazmıştı…

İşte, ahşap çitler, dikenli teller, taş ve beton duvarlar ve kaleler için geçerli olan şeylerin aynısı her birimizin Zihinsel Duvarları için de geçerlidir.

Bu duvarların içinde çoğumuz ara sıra açılırız ama gerginlik altındayken içimize kapanma eğilimindeyizdir. Zaman zaman cesur, bazen de korku doluyuzdur; çelişkili, çatışan ve hatalıyızdır. Ama bu da bizi İnsan yapan değerler demek değil midir?

Çitler, işaretler, duvarlar, şekil verilmiş çimler ya da çalılardan yapılan çitlerin hepsi fiziksel sınırlar olup, bunların dünyada görülmesi kolaydır. Farklı görünümleri olsa da hepsi aynı mesajı vermektedir: “Burada Benim Mülküm Başlıyor.” Mülkün sahibi, yasal olarak o mülkte olup bitenden sorumludur. Mülk sahibi olmayanlar ise sorumluluk taşımazlar. Fiziksel sınırlar, kimin tapu sahibi olduğunu gösteren mülk sınırını işaret eder. Manevi dünyada ise sınırlar görünür olan sınırlar kadar gerçektir, ancak bu sınırları görmek daha zordur. Ben Kimim? Kim Değilim? Bu sınırlar bir yönüyle kendimizi tanımlar. Kim olduğumuzu ve kim olmadığımızı belirler. Sınır, benim nerede bittiğimi ve bir başkasının nerede başladığını görmemizi sağlayarak bizlere sahip olma hissi verir.

Maddi dünyada, çit, duvar veya başka bir yapı orada bizlere bir sınır olduğunu anlatmak için vardır. Ancak manevi dünyamızda bu çitler ve duvarları kolayca görüp de ayırdına varamayız. Buna karşın, kelimelerimizle kendimizi çok iyi koruyan çitler yaratabiliriz. Bu sınırları belirleyen en temel kelime ise “hayır”dır.

Bu sözcükle birlikte sınırlar oluşturmaya başladığımızın ilk göstergelerinden biri, yaşamımızdaki belirgin veya belli belirsiz ihlallere gücenmek, öfke veya kızgınlık duymaktır. Tıpkı bir radarın yabancı bir cismin yaklaştığını bildirmesi gibi, öfkemiz de yaşamınızdaki sınır ihlallerinin varlığını bize bildirebilir.

Ancak, sınırları ihlal edildiğinde, manipüle edildiklerinde veya kontrol altına alındıklarında öfkelenemeyen kişilerin gerçek anlamda büyük bir eksiklikleri vardır. Çünkü, sınır sorunları olduğunda onları uyaran bir “ikaz lambaları” yoktur. Bu lamba sorunsuz çalışıyorsa, saldırıya uğradığımızda hemen yanması gerekir. Bu yönüyle de öfke, yüreğimizde parlayan bir ateş gibidir ve yüzleşmemiz gereken bir sorun olduğunu bizlere gösterir

Yaşamlarımızda çoğumuz, kendi düşünme eylemlerimize sahip çıkmaz ve üzerinde kafa dahi yormadan robot gibi başkalarının düşüncelerini benimseriz. İşte bu bazılarımız, başkalarının fikirlerini asla sorgulamaz ve onların fikirleri üzerine düşünme girişiminde bulunmadan kendileri dışındaki kişilerin fikirlerini ve muhakemelerini ezberleyerek kendi düşünce ve fikirleri diye pazarlarlar. Başkalarının farklı düşüncelerini tabii ki dinlemeliyiz ve tartmalıyız ancak asla kendi zihinlerimizi başkaları teslim etmemeliyiz.” Ama günümüz dünyasında öyle mi oluyor? Zihinlerimizi genelde, patron, amir, yönetici ve siyasilere kolayca teslim etmiyor muyuz?

Yaşamımızdaki “sınırlar” ve üstlendiğimiz bazı “sorumluluklar” hayatımıza yön veren kişisel çizgiler olup, bir bakıma kim olduğumuzu ve kim olmadığımızı gösterir. İşte, zihinsel, fiziksel ve ruhsal sınırlarımızı öğrendikten sonra, insanların bize ne yaptırıp yaptıramayacaklarını açık ve net olarak kendimiz belirlemeliyiz. Bu sınırları oluşturmaya çabalarken de aşağıdaki soruların gerçekçi yanıtlarını kendimize vermekle işe başlamalıyız:

  • Hayatınızı kontrol etmekte zorlanıyor musunuz?
  • İnsanlar sizden faydalanıyorlar mı?
  • Hayır demekte zorlanıyor musunuz?
  • İstekleriniz gerçekleşmediği için hayal kırıklığına uğruyor musunuz?
  • Birisi zamanınızı, sevginizi, enerjinizi ya da paranızı istediğinde nasıl cevap vermelisiniz?

Yukarıdaki açılımdan da kolayca fark edileceği gibi bu seferki ana tema, fiziksel olmayan düşünsel ve içsel sınırlarımızı belirlemek.

“Henry Cloud & John Townsend” tarafından yazılan dünyada 2010 yılından beri birçok baskısı yapılan ülkemizde de çeşitli yayınevleri tarafından yayınlanan “Sınırlar-Boundaries –Hayatınızı kontrol etmek için ne zaman ‘Evet’, nasıl ‘Hayır’ demelisiniz?” eserini sizler için değerlendirdim. Önemli ve öne çıkan birkaç paragrafı aşağıda sizlerle paylaşmak istedim.

* Tek Kelimelik Sınır: Hayır, Uzlaşma dönemindeki küçük çocuklar, insanların kullandığı en önemli kelimelerden birisi olan “Hayır” kelimesini sıklıkla kullanırlar. Bu kelime, oluşum evresinde ortaya çıkabilir ve uzlaşım döneminde mükemmel bir hale getirilir. “Hayır”, çocukların öğrendiği ilk sözlü sınırdır. Hayır kelimesi çocuklara istemedikleri şeylerden ayrı kalmayı öğretir. Onlara seçim yapabilme gücü verir. Onları korur. Bir çocuğun “hayır” ıyla başa çıkmayı öğrenmek, o çocuğun gelişimi için çok önemlidir. Çocuklarının bazı yiyeceklere hayır demesine kulak asmayan bir anne baba, daha sonraları onun bu gıdalardan birisine karşı alerjisi olduğunu öğrenebilir.

*Hiçbirimiz bize hayır denmesinden hoşlanmayız! Yine de sağlam ilişkiler, itiraz etme ve karşı durmak üzerine kuruludur: Demirin demiri bilediği gibi, insan da insanı biler.”

* Pasif olmak hiçbir zaman fayda getirmez. Doğa emeğimizin karşılığını verir ancak kendi başımıza yapmamız gerekenleri asla bizim yerimize yapmaz. Böylesi bizim sınırlarımızın ihlal edilmesi demek olur. İnsanların arayan, aktif, yaşamın kapısını çalan ve kendi haklarını savunan kişiler olması gerekir.

Bir yavru kuş yumurtadan çıkmadan hemen önce onun yerine yumurtanın kabuğunu kırarsanız, kuşun öleceğini söylerler. Kuş yumurtadan dış dünyaya kendi kuvvetini kullanarak çıkmalıdır. Bu mücadeleci “çözüm” kuşu güçlendirir ve dış dünyada hayatta kalmasını sağlar. Bu sorumluluk kuştan alınırsa, hayvan ölür.

İnsanlar da böyle yaratılmışlardır. Eğer biri bizi “yumurtadan çıkarırsa,” yani bizim yerimize işlerimizi yaparsa ve sınırlarımızı ihlal ederse hayatta kalamayız. Pasif bir tutum içine girip kendimizi geriye çekmemeliyiz. Sınırlarımız yalnızca etkin ve mücadeleci olmamızla yaratılabilir, kendi vuruşlarımızla, arayışlarımızla ve taleplerimizle.

* Hepimizin kendi içinde yasayabileceği bir dünya vardır, yani bizi “biz” yapan şeylerden kendimiz sorumluyuz. Kendi ruhlarımızda olan bitenlerle ilgilenmek zorundayız, sınırlar ise ilgilenmek zorunda olduğumuz şeyin ne olduğunu tanımlamamıza yardımcı olur. Bunları bilmiyorsak veya yanlış öğrenmişsek, çok büyük acı çekeriz. Sınırlar nelerden sorumlu olduğumuzu göstermenin yanı sıra, neyin mülkümüzde olmadığını ve nelerden sorumlu olmadığımızı da tanımlamamızı sağlar. Örneğin bizler, başkalarından sorumlu değiliz. Hiçbir zaman, “başkalarını kontrol” etmemiz söylenmez, ancak buna rağmen başkalarını kontrol etmek için vaktimizin ve enerjimizin çoğunu harcarız!

* Sınırlar, iyilikleri içerde, kötülükleri dışarıda tutmamıza yardımcı olurlar. Hazinelerimizi içeride tutarak, insanlar tarafından çalınmalarını engellerler. Kıymetli eşyalarımız içeride, hırsızlar dışarıda kalır. Bazen kötülükleri içeride, iyilikleri ise dışarıda tutarız. Bu durumlarda sınırlarımızı açıp iyilikleri içeri almamız ve kötülükleri salıvermemiz gerekir. Diğer bir deyişle, çitlerimizin üzerinde kapılarımızın olmasına ihtiyacımız vardır. Örneğin, içimde bir kötülük ve günah olduğunu hissedersem, iyileşebilmek için açılıp başkalarıyla iletişime geçmem gerekir. Acılarımızı ve günahlarımızı itiraf etmek onları çıkarmamıza yardımcı olur, böylelikle bizi içerden zehirlemeye devam edemezler. İyilikler dışarıdaysa, o zaman da kapılarımızı açıp iyiliği içeri almamız gerekir. Diğer kimselerin bize verecek iyilikleri vardır, bizim o kimselere açılmamız gerekir. Sıklıkla başkalarındaki iyiliklere karşı sınırlarımızı kapatır, onların iyiliklerinden mahrum kalırız.

* Yaygın sınır sorunlarından biri de seçimlerimize sahip olmamak ve onların sorumluluğunu başkasına yüklemektir. Bir şeyi neden yaptığınızı veya yapmadığınızı açıklarken şu cümleleri ne kadar sık kurduğunuzu düşünün, “Onun yüzünden öyle yapmam gerekti” veya “Bana bunu o yaptırdı.” Bu cümleler, davranışlarımızdaki aktif taraf olmadığımızı düşündüğümüzü gösteren cümlelerdir. Başka birinin denetiminde olduğumuzu düşünür, sorumluluğu üzerimize alma yükünden kurtulmuş oluruz. Şu gerçeği görmemiz gerekir: Nasıl hissedersek hissedelim, seçimlerimizi biz kontrol ederiz. Bu gerçeği idrak etmek “isteksizce ya da zorlanmış gibi” seçimlerde bulunmamızı engeller. Sınırları belirlemek, seçimlerimizin sorumluluğunu üstlenmeyi de içerir. Seçimleri belirleyen sizsiniz. Seçimlerinizin sonuçlarına katlanması gereken de sizsiniz. Sonuçta mutlu olmanızı sağlayacak seçimleri yapmanızı engelleyen kişi gene siz olabilirsiniz.

* Kendimize ait olan sevme eyleminin sorumluluğunu üstlenmeli ve verimli bir biçimde kullanmalıyız. Gizlediğimiz sevgimiz veya bize verilmeyen sevgi duygusu bizi büyük ölçüde yaralar. Pek çok kişi de sevgiye direndikleri için kendilerini sorumlu görmezler. Etraflarında çok sevgi vardır, ancak yalnızlıklarının kendi eksikliklerinden, yani bu sevgiye karşılık vermemelerinden kaynaklandığını fark etmezler. Oysaki bu kimseler, etraflarına şu mesajı vermektedirler: “Başkalarının sevgisi ‘içeri’ giremez.” Bu ifade, başkalarının sevgisine karşılık verme sorumluluklarını boşa çıkarır. Sevmek ve sevilmek alanlarında sorumluluktan kaçmak için zarif manevralar yaparız, hâlbuki kalplerimizin bize ait olduğunu kabul etmeli ve bu alandaki zayıflıklarımız üzerinde çalışmalıyız. Bu bize yaşamın kapılarını açacaktır.

* Bu sınır çelişkisi yumuşak başlılık diye adlandırılmaktadır. Yumuşak başlıların belli belirsiz sınırları vardır, bu nedenle başkalarının istek ve ihtiyaçları içinde “kaybolup giderler.” Onlardan istekte bulunan insanlardan ayrı ve bağımsız olamazlar. Yumuşak başlılar sınıf arkadaşlarıyla “iyi geçinmek için” onlarla aynı restoranları ve sinema filmlerini beğenirmiş gibi davranırlar. Başkaları ile aralarındaki farkları en aza indirmeye çalışırlar. Yumuşak başlılar bukalemun gibidir. Bir süre sonra onları bulundukları ortamdan ayırt etme olanaksızlaşır.

Kötü olan şeye hayır diyememek, yaşamlarımızın her alanına yayılır, yaşamlarımızdaki kötülükleri reddetmemize engel olmakla kalmaz, kötülükleri tanımamızı da engeller. Yumuşak başlı pek çok kişi, tehlikeli veya suiistimalci bir ilişki içinde olduklarını çok geç fark eder. Ruhsal ve duygusal “radar” ları bozulmuş, kalplerini koruyacak yeteneklerini kaybetmişlerdir

* Sorumluluk sınırları karıştırıldığında sorunlar doğar. Birbirimizi sevmemiz gerekir, birbirimiz olmamız değil. Ben sizin duygularınızı sizin yerinize hissedemem. Ben sizin yerinize düşünemem. Ben sizin yerinize davranamam. Sınırların getirdiği kısıtlamalarla ortaya çıkan hayal kırıklıklarınızı ben yenemem. Kısacası, ben sizin yerinize büyüyemem, bunu sadece siz yapabilirsiniz. Aynı şekilde siz de benim yerime büyüyemezsiniz. Siz, kendinizden sorumlusunuz. Ben, kendimden sorumluyum.

* “Bana ihtiyacı olan insanlara karşı nasıl olur da sınır belirlerim? Bu bencillik olmaz mı?” İşte bu söylem sınırları belirleme konusundaki en yaygın önyargılardan biridir. İnsanları sevmemiz gerekir ve başkalarının da iyiliği ile ilgilenmemiz gerektiği kesinlikle doğrudur. O halde sınırlar başkalarıyla ilgilenmemizi önleyip, bizleri benmerkezciliğe döndürmez mi? Hayır. Aslında uygun sınırlar koyduğunuzda, başkalarına ilgi gösterme yeteneğinizi arttırırsınız. Son derece gelişmiş sınırlara sahip olan kişiler, dünyada başkalarını en çok düşünen kişilerdir.

Peki, bu nasıl gerçek olabilir? İhtiyaçlarımız Kendi Sorumluluğumuzdadır. Yani, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak bizim kendi işimizdir. Pasif bir şekilde davranarak başkalarının bize bakmalarını bekleyemeyiz. Buradaki tablo oldukça nettir: Yaşamımız kendi sorumluluğumuzdadır. Yaşamlarımızın bizlere verilmiş birer armağan olduğunu bilmek de sınırlarımızı belirlemeyi anlamada yardımcı olacaktır.

*Pek Çok yetişkin evlat, sorumsuzluk, uyuşturucu veya alkol kullanımı, denetimsiz harcama veya modern “bana uygun yeri bulamadım” sendromu nedeniyle sürekli olarak mali çıkmazlara girmektedir. Anne babalar ise “bu sefer düzelecek” diye düşünüp, çocuklarının başarısız ve sorumsuz olmalarını maddi olarak karşılamaya devam ederler. Aslında bu anne babalar çocuklarının bağımsız kalmalarına engel olur ve evlatlarını ömür boyu sakat bırakmaktadırlar. Maddi açıdan kendi başına ayakta duramayan bir yetişkin hâlâ çocuktur. Yetişkin olabilmek için, kendi olanaklarınızla yaşayabilmeli ve başarısızlıklarınızın bedelini kendiniz ödeyebilmelisiniz.

*Anne, Çoraplarım Nerede? Ebedi çocukluk sendromunu yaşayan bir kimse maddi yönden kendi başına ayakta durabilir, ancak hayatıyla ilgili görevlerini ailesinin yerine getirmesine izin verir. Bu yetişkin evlat genellikle “annemle babamlarda” vakit geçirir, onlarla birlikte tatile gider, kirli çamaşırlarını yıkatır, yemeğini sık sık onlarda yer. O, annenin ve babanın en yakın dert ortağıdır, onlarla “her şeyi” paylaşır. Otuzlu yaşlarındadır, ama mesleki yönden kendine uygun bir yer bulamamıştır, birikimi yoktur ne bir emeklilik planı ne de sağlık sigortası vardır. Dışarıdan bakıldığında bunlar ciddi sorunlarmış gibi görünmez. Ancak genellikle anne ve baba, yetişkin çocuklarının duygusal olarak evden ayrılmasını önlemektedirler.

Bu genellikle her şeyin çok güzel olduğu ve bu yüzden bırakıp gitmenin zorlaştığı, arkadaşça davranan, sevecen ailelerde görülür (Psikologlar böyle aileleri “sarmaşık aile” diye adlandırırlar çünkü çocuklar ailelerinden açık ve net sınırlarla ayrılamazlar) sorunmuş gibi görünmez, çünkü herkes çok iyi anlaşmaktadır. Aile üyeleri birbirleriyle oldukça mutludur. Büyüme çağındaki gençler -ve ailelerinden ayrılmamış yetişkin çocuklar- hâlâ anne babalarının koruması altındadır; geleceği düşünmenin anne babalarının görevi olduğunu zannederler.

* İtaatkarlık sorunu konu olduğunda sorulması gereken ilk soru şudur: Evlilik ilişkisinin doğası nedir? Kadın özgürce seçim yapabilir mi, yoksa “yasalar altında” köle midir? Bir koca, eşini “yasalar altında” tutmaya çalıştığında, evlilikle ilgili pek çok sorun ortaya çıkar ve kadın olumsuz duygular hisseder: Öfke, suçluluk, güvensizlik ve eşinden soğuma. Özgürlük ve merhamet incelenmesi gereken çok farklı konulardır. Erkeğin eşi ile olan ilişkisinin merhamet ve koşulsuz sevgi ile dolu olup olmadığı çok önemlidir. Bazı kocalar eşlerini köleye dönüştürür ve onları itaatsizlikle suçlarlar. Eğer kadın itaatkârsızlığa karşılık öfke veya kınama görürse, o ve kocası merhamet dolu gerçek bir evliliğe sahip değildir, sadece “yasalar önünde” evlidir. Böyle durumlarda erkek genellikle karısına ya onu incitecek ya da iradesini alıp götürecek bir şey yaptırmaya çalışmaktadır. Bu hareketlerin her ikisi de erkeğin hatalı olduğunu gösterir. Kocalar kendi bedenlerini sever gibi eşlerini sevmelidir. Eşini seven, kendisini de sever. Sonuçta, kendisini besleyip özen gösteren hiç kimse kendi bedeninden nefret etmez. Bu noktadan hareketle, köle benzeri itaatkârlık fikrini savunmak imkânsızdır.

Kökeninde denetleyici bir koca bulunmayan bir “itaatkârlık sorunu” na şimdiye kadar hiç rastlamadım. Kadın açık ve net sınırlar belirlemeye başladığında, kocasının denetleyici davranışları açığa çıkar, çünkü artık kocanın çocuksu davranışlarına izin vermemektedir. Kendisini yaralayacak davranışlara karşı sınırlar belirler ve gerçeklerle yüzleşir. Genellikle kadın sınırlar belirlediğinde, eşi de büyümeye başlar.

* Çocuk yetiştirmede önemli bir alan da ev ödevleridir. Anne babalar, çocuklarının sorumluluk almasına yardımcı olabilirler ya da devamlı olarak çocuğun sorumluluğunu ondan alarak yanlış bir anne baba portresi çizerler. Çocuğunuz ağlayarak gelip “yarına yetiştirilecek on sayfalık ödevim var ve daha yeni başladım” dediğinde, bu zor bir durumdur. Çocuğunu seven anne babalar içgüdüsel olarak araştırmayı, düzenlemeyi veya yazma işini yaparak çocuklarını kurtarmak ister. Peki, bunu neden yaparız? Çünkü çocuklarımızı severiz. Ama çocuklarını seven anne babalar olarak, çocuklarımızın kötü not getirip karnelerini bozmalarına izin verebilmeliyiz. Böylelikle çocuğumuz, iyi plan yapmamanın sonucunu deneyim edinmiş olur.

“Dişçiye gitmeyeceğim. Beni zorlayamazsınız” On bir yaşındaki çocuk ayaklarını yere vurdu ve kapıda bekleyen babası ise kaşlarını çattı.

Ancak, bu konularda aile danışmanlığı gören ve pek çok kitap okuyan annesi ise, artık kaçınılmaz olana hazırdı. Sakin bir şekilde kızına “Tamamen haklısın, tatlım. Seni dişçiye zorla götüremem. İstemiyorsan gitmek zorunda değilsin. Ancak, kuralımızı hatırla: Diş doktoruna gitmemeyi seçersen, yarın akşamki partiye gitmemeyi de seçmiş olursun. Kararın ne olursa olsun saygı duyacağım. Randevuyu iptal edeyim mi?” Kızının aklı karışmıştı, biraz düşündü, sonra yavaşça cevap verdi, “Gideceğim. Ancak mecbur olduğum için gitmiyorum.” Kız haklıydı. Randevusuna gitmeyi seçmişti çünkü akşam partide olmak istiyordu.

* Sorumluluklarını yerine getirmeyen kişilerle çalışan ve kendi sorumluluklarından fazlasını üstlenen pek çok kişi, çalışma arkadaşlarının davranışlarının sonuçlarına katlanır. Sürekli onların kusurlarını örter veya onları kurtarırlar, bu yüzden de ne işlerinden ne de bu kişilerle olan ilişkilerinden memnun olurlar. Sınırlarının olmayışı hem onlara acı verir hem de karşı tarafın kendini geliştirmesini engeller. Böyle davranan insanlardan biriyseniz, sınırlarınızı oluşturmayı öğrenmeniz gerekmektedir.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 21 Şubat 2021

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir