Romantizm ve 14 Mart Tıp Günü!..
Özellikle bilimsel tıbbın gelişinin başladığını söylediğimiz Rönesans dönemi, aynı zamanda “bilim olgusu”nun da kavramsal olarak olgunlaşmaya başladığı döneme denk gelir. Bu da diğer bilim dallarının gelişiminin süreciyle paralel ilerlemiştir. Ancak modern bilimsel disiplinlerin bir biriyle ahenk içerisinde ve doğru bilgiyi elde etme yolunda “tamamlayıcı/entegre” eğitim sistemini kurgulaması, Rönesans ile birlikte adeta birkaç asır daha gerektirmiştir gözükmektedir. Aslında bu süreci iyi anlayabilmek, epistemolojik olarak üzerinde durulması gereken önemli kavramlara değinmek ve bu kavramların eğitim felsefesi ile ilintisi de vurgulamak zorunludur. Böylece, bilgiden hareketle “gerçeğin” tanımının yapılması ile tıp fakültelerinin ülkemizde içine düşürüldüğü kısır döngüyü daha net ortaya koymak mümkün olabilecektir.
Bilim ve bilimsel bilgi “bilim/scientia/science” olguları XIX. YY öncesine kadar yerleşik hale gelememiştir. Öncelikle keşif-icat-mantık kavramları modern insanın düşünce dünyasında Rönesans sonrası iki asır boyunca birçok sancılı süreci geçirerek oluşmuş daha sonra da bilim kavramı modern insan tarafından yaratılarak tıp biliminde de daha da belirgin hale gelmiştir. Ancak bu süreçte eğitim felsefesinin önemini yadsımak da mümkün değildir. Zira “eğitim felsefesi” bilimsel düşüncenin olgunlaşmasıyla bir felsefe disiplini olarak addedilmiş, özgürlük ve laiklik bağlamında modern ve gelişmiş ülkelerde eğitim politikalarının “bilimsel bilgi üretme stratejisini” de belirleyici unsur olmuştur.[1]
Bu durumda, keşif (Lat. discobere-İng. discovery) ve icat (Lat.inventia-İng.invention) olmadan bilim kavramından bahsedilemeyeceği açıktır. Ancak bu iki kavramın gerçeklik (Lat.facte, İng.fact) kavramından bilim kavramını kurgulaması genel geçerli “dil/linguistik” kullanımını zorunlu kılar. Keşif, var olanı ortaya koyan lineer bir eylemdir. İcat ise bu lineer olayı organize ederek özellikle bir ilk olma bağlamında yararlı hale getiren pragmatik bir yönü de olan döngüsel bir eylemdir ki bilimsel bilginin teknolojik üretim yeteneği ile koşut olmasını sağlayacaktır. Bununla beraber keşiften icat yaratabilmek ise “edim/repertere” gerektirir. Bu edim ise deneyim (Lat experiento, İng.experience) olmadan mümkün olmayacaktır.
Ortaçağlarda oluşum süreçlerine birçok yazımızda değindiğimiz üniversiteler dışında bir takım çevrelerde yapılan uygulamalar adı bilim olmasa da özellikle pratik hayatta daha çok sermaye birikimin önünü açabileceği “icatlar” şeklinde dikkat çekmiştir. Burada, Avrupa’daki gibi burjuvazisi olmayan bizim toplumumuzun, aksine bilginin üniversite dışında, sermaye birikiminin hızlandırılması amaçlı eylemlerde kullanılması fikri son derece önemli ilerlemeler sağlamıştır. Bilimsel keşif ve icat konusundaki rekabetin, önce denizciliğin olmazsa olmazı, kilisenin evren modelinin yıkılması amaçlı ilgi odağı olan teleskobun tetiklediği astronomi alanında iken daha sonraları mikroskobun eksen olduğu tıp alanına doğru kaymaya başlamasının kaçınılmaz olduğu görülmektedir.[2] Bir kumaş tüccarı olan Leuwenhook ile başlayan mikroskop macerası, Louis Pasteur’ün mikroorgaizmaları tanımlamasıyla bambaşka bir boyut kazanmış, anatomik teşrih çalışmalarıyla XVI. YY’dan beri Abros Parre ve Andre Vessalius’un zanaat ve bilimi birleştiren çabalarının sağladığı bilgi birikimi ile cerrahi bilimi yaratılmıştır.[3]
Ülkemizde, yaklaşık 220 yıl önce modern tıp eğitimi yolunda önemli adımlar atılmasına, 1935 üniversite reformu gerçekleştirilmesine rağmen son kırk yıldır ülkemizdeki tıp fakültelerinin bu alanda literatüre yön veren çalışmalar konusunda tatmin edici atılımlar yapabildiklerini söylemek, birkaç istisna dışında pek mümkün gözükmemektedir. Merhum Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından kurulan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun bir hekim olarak öğrencileri olmakla onur duyduğumuz başta Prof. Dr. Mehmet Haberal olmak üzere bu müstesna kişiliklere bu ülke minnet borçludur.
Ülkemizde tıp biliminin gerçek anlamda bilimsel kimlik kazanması, bir fakülte başlığı altında multidisipliner ilkeler doğrultusunda çalışmaya başlaması, ancak cumhuriyet devrimleri ile gerçekleşen üniversite reformu sayesinde olmuştur ki mezunu olup ihtisas yaptığım Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi bu entegre tıp eğitim sisteminin haklı gururunu taşıyan güzel bir örnektir. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu döneminde Mahmut II tarafından 14 Mart 1827 tarihinde kurulan Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane çok önemli önemli bir tıp okulu olmakla birlikte “fakülte” olarak nitelendirilmesinin ancak 1848 yılında 4 mezununun Viyana Tıp Fakültesi yeterlik sınavını geçmesi ile olduğunun hatırlanmasında yarar görmekteyim.[4],[5]
Bu konuda Abdülmecid I‘in gayretlerini göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak bunun gerçek anlamda ne denli bir akreditasyon olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Bununla beraber bu “mekteb” in bilimsel anlamda “facultas/fakülte” olarak genel kabul görmesinin ancak Türkiye Cumhuriyeti Üniversite Reformu sonrası İstanbul Üniversitesi çatısı altındaki işlevselliği ile mümkün olabildiğini söylemek de yanlış olmayacaktır.[6] Aslında Avrupa’daki gibi modern anlamda, tıbbın uygulamalı ve bilimsel yönünü birleştiren bir tıp eğitim sisteminin Selim III zamanında 1805-1812 tarihleri arasında Mühendishane-i Berri Humayun bünyesinde Dimitreşko Meroz öncülüğünde teşebbüs edildiği de ilginç ama bir o kadar da dikkatten kaçan bir ayrıntı olmuştur.
Diğer taraftan ülkemizde 30 Aralık 1898 tarihinde Abdülhamid II döneminde kurulan Gülhane Seririyat Hastanesi adından da anlaşılacağı üzere yataklı tedavi hizmeti vermek üzere kurulmuş olup, aslında Mekteb-i Tıbbıye-yi Şahane’den mezun olan hekimlerin uygulamalı eğitimlerinin sağlanmasına yönelik bir kurum olmak amaçlı olduğu bilinmektedir. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin temelini teşkil ettiği iddia olunan ve daha sonra 1924 yılında eğitim amaçlı faaliyetler ile öne çıkan Gülhane Askeri Tıp Fakültesi adını alan bu kurum 2016 tarihinde kimi siyasal olaylar sonrası, TC. Sağlık Bakanlığı Sağlık Bilimleri Üniversitesi haline dönüştürülmek suretiyle askeri vasfına son verilerek tamamen sivil anlamda bir tıp fakültesi haline getirilmiştir. Bu nedenle Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin Tıbhane-i Amire ve Gülhane Seririyyat (yataklı klinik) Hastanesi kökenli olduğunun zorlama bir yorumla addedilmesi de “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” tanımına kavramsal olarak değil daha çok siyasal ideolojik kaygıyla yaklaşıldığı şüphesini çağrıştırmaktadır. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi kökenleri Selim III ve Mahmut II dönemine kadar götürülebilen Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane’nin, daha sonra 1867 tarihinde, Sultan Abdülaziz I döneminde Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye ile birleştirilerek Dar-ül Fünun’a bağlanmak suretiyle bugünkü İstanbul Tıp Fakültesi’nin temeli oluşturulduğu gayet iyi bilinmektedir.
Siyasal nedenler ile Mevzuattan kaynaklanan sorunlara genel bakış
Herkesin bildiği gibi, ülkemizde vakıflar da üniversite kurabilmektedirler, ancak kurulan bu üniversitelerin, T.C Anayasası ile belirlenen ilkeler doğrultusunda vakıf senetlerini düzenlemesi ve Anayasaya aykırı hükümler içermemesi esastır. Konuya bu açıdan bakmak gereğini durmamızın nedeni, günümüz Türkiyesi’nde, Aristo Skolastiği’ni İslam Akaid’i ile birleştiren aslında tamamen çağdaş bilimsel metodoloji yerine, klasik medrese sisteminin tekrar tesis edilmesi gayretleridir.
Özellikle 1980 sonrasında ülkemizde üniversite sayısının gittikçe artmaya başladığı görülmektedir. Bu sayısal artış ile beraber, üniversitelerimizde nitelik sorunsalı ile karşı karşıya olduğumuz aşikârdır. Bu niteliksel zafiyet sadece meslek edindirme bağlamında değil, öğretim üyesi yetiştirilmesinde de kendisini hissettirmektedir. Adeta, her İl’e bir üniversite kurulması mantığının temelinde, ülkemizde “üniversite kavramı ve onun temsil ettiği bilgi üretme” olgusunun tam olarak değil hiç anlaşılamaması kadar, günü kurtarmak amaçlı pragmatik yaklaşımlardır. Burada da çoklukla da siyasallaşmanın, seçim yatırımı odaklı rant sağlamaya yönelik kaygıları etken olmaktadır. Siyasal rantın temelinde de zaten popülizm yatmaktadır.
Gerçekten de günümüzde, yazılı ve görsel medyada hastalar tarafından saldırıya uğrayan hekimlerin sayısının gittikçe artmakta olduğunu görmekteyiz. Bunun yanında hekimlerin birbirine şiddet uyguladığı haberlerine de rastlamaktayız. Diğer taraftan sayıları gittikçe artan özellikle belirli uzmanlık dallarında yoğunlaşan tıbbi yanlış uygulamaya yönelik davalar, hekimlerin cerrahi dallardan kaçışını hızlandırmaktadır. Bütün bunlar, psikososyal olarak elbette analiz edilmektedir. Ancak altta yatan temel neden, özellikle son kırk yıldır yaşanan ve son yirmi yıldır da gittikçe artan hem genel eğitim hem de tıp eğitimin SİYASALLAŞMASI sürecidir. Bu siyasallaşma süreci, son KIRK YILDIR ülkemizde ilk ve orta öğretim düzeyinde “İNANCI MERKEZ ALAN” bir DİNSEL İDEOLOJİ MERKEZİNDE şekillenmektedir. Burada özellikle SİYASAL İSLAM TEMELLİ, felsefeyi aşağılayan hatta mantıkla beraber onu gereksiz gören yaklaşım tarzı dikkat çekmektedir. Siyasallaşma, bu yönde oldukça tehlikeli bir şekilde temel eğitimle beraber tıp eğitimini de tehdit etmektedir.
Aslında tıpta mezuniyet sonrası eğitimde özellikle 1982 yılından itibaren başlayan uzmanlık eğitimine dair yapılan, aşağıda da değineceğimiz kimi yasal bazı değişiklikler ile başlatılan bu SİYALLAŞMA süreci, 1990’larda siyasal partilerin genelde aday gösterdikleri bölge milletvekilleri üzerinden yürüttüğü her ile bir üniversite açılması (HİBÜP) gayretine neden olmuştur. İşte bu siyasallaşma süreci, bahsedilen olaya koşut şekilde 2000’li yıllardan başlayarak “her yere bir tıp fakültesi” açılması şeklinde artarak tezahür etmiştir. Bir de bunlara yine siyasal olduğu şüphe götürmez kararlar ile açılması kararlaştırılan, KİMİ VAKIF ÜNİVERSİTELERİ ve onlara bağlı kurulması ön görülen TIP FAKÜLTELERİ varlığı eklendiğinde sorun içinden çıkılamaz hale gelmiştir. Ancak artan bu üniversite sayısına rağmen, Türkiye’de artık üniversite varlığından bahsetmek, MODERN DÜNYADAKİ ÜNİVERSİTE OLGUSUNU YARATAN süreç ve dinamikler göz önüne alındığında söz konusu bile edilemez. Bu sayede, 1980’ lerden beri SİYASALLAŞMA ve SİYASAL İSLAM dayatmasıyla, artık ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNİN İÇİNİN BOŞALTILMIŞ olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Öte yandan bilimsel ve yönetsel özerklik rektörlerin seçim değil de doğrudan atama yoluyla göreve gelmesi nedeniyle büyük ve köklü olduğunu iddia eden üniversiteler de bile bu siyasallaşmadan nasibini almıştır.
Tıp eğitimi ve hekimlik mesleği açısından ele alındığında ise özellikle akademik unvanların değersizleşmesi “ZATEN 1980’LERDEN BERİ BİR EĞİTİM FELSEFESİNE DAYANMAYAN TIP EĞİTİMİNİ” iyice zora sokmuştur.[9] Kanaatimce, Covid 19 pandemisiyle günümüzde tüm dünyada ve bizde artık “TİCARİ TIP DÖNEMİNE” girildiğinin en önemli göstergesi de bu olmaktadır. Aslında AKADEMİK ÜNVANLARIN BU DEĞERSİZLEŞTİRİLMESİ SÜRECİ, 1978’de çıkarılmasına teşebbüs edilen “tam gün yasası”na tepki olarak, 1980 sonrası uzmanlık eğitimi tüzüğünde yapılan değişiklikler ile de yakından ilgilidir. Bilindiği üzere, ülkemizde tıpta uzmanlık uygulamaları 1219 sayılı 1928 yılında çıkarılmış olan Tababat-ı Şuabat Sanatların Tarz-ı İcrası’na dair kanunla düzenlenmiştir. Ayrıca 1930 yılında çıkarılan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu daha çok koruyucu hekimlik ve halk sağlığı hizmetlerini ilgilendirir. Bunun yanında 1219 sayılı kanun 1962 yılında Tıpta Uzmanlık Tüzüğü ile bazı düzenlemeler yapıldığı bilinmektedir. 1974 yılında bu tüzükte bazı genişletici hükümlere yer verildiği bilgi dâhilindedir. Ayrıca, 1974 yılından 1981 yılına kadar bu konuda tüzükte her hangi bir düzenleme yapılmadığı da iyi hatırlanmalıdır.
Bu tarihe gelinceye kadar Türkiye’de sağlık alanında olan en önemli gelişmelerin başında, Almaata Deklarasyonu sonrası 1978 tarihinde, devrin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Mete Tan (5 Ocak 1978 – 12 Kasım 1979) zamanında çıkarılan tam gün yasasıdır. Aslında bu yasanın 1961 tarihindeki “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” kanunu çerçevesinde, ciddi hukuki dayanağı olan ve Anayasa’ya da aykırı hükümler içermeyen bir düzenleme olduğu kimse tarafından yadsınmamalıdır. Ancak, 31 Aralık 1980 tarihinde o zaman ki askeri darbe hükümeti tarafından yürürlükten kaldırılmıştır. Bununla beraber, o zamanlar bu yasanın hayata geçirilmesi dair çalışmalarda, ilgi çekici bir süreç yaşanmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden yaklaşık 1 yıl önce Sağlık Bakanı, muhalefetten olduğu kadar, bizzat devrin iktidar partisinin içinden gelen baskılar neticesinde yasadan geri adım atma eğilimine girmiştir. Bu baskının en temel nedenlerinden birisi kanaatimizce, kamu sektöründeki hekimlerin hastanelerde özel hasta bakmaları ya da çalışma saati bitiminden sonra bunu dışarıda yapmalarına dair SSK’yı da arkalarına alarak yürüttükleri kampanyadır.
Yapılan düzenlemeler ile 2547 sayılı YÖK Kanunun Madde 3, t fırkası 3. Bendi tıpta uzmanlık eğitimi esaslarını saptama yetkisini doğrudan T.C. Sağlık Bakanlığı’na vermiştir.[10],[11] (Bu durumda “Tıpta Uzmanlık: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından düzenlenen esaslara göre yürütülen ve tıp doktorlarına belirli alanlarda özel yetenek ve yetki sağlamayı amaçlayan bir yükseköğretimdir” tanımlaması ile uzmanlık eğitimi hem siyasallaşmış hem de bugün çok eleştirilen “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” denilen siyasal erke doğrudan bağlı bilimsel ve yönetsel özerkliği olmayan bir kurguya zemin hazırlanmıştır). Buradaki ifadeler, salt tescilden ve bir belge onanması kaygısından öte, aslında üniversite kurumlarındaki düzenlemelerde de T.C. Sağlık Bakanlığı’nı tam yetkili kılmıştır. Bu durumda tescil ve uzmanlık eğitimi esaslarını belirleyen T.C. Sağlık Bakanlığı, üniversitelerde “yüksek lisansa eş değer” kabul edilen “uzmanlık eğitimi” alanını bizzat denetleyebilme ve görevlendirme yapabilme yetkisine de haiz kılınmıştır. Bu husus 2011 yılında 663 sayılı KHK ile TUK (Tıpta Uzmanlık Kurulu) teşkili aşamasında üniversite ve T.C. Sağlık Bakanlığı eşgüdümü bakımından, özellikle YÖK bağlamında bir takım sorunlara da yol açmıştır. Örneğin Her İl’e Bir Üniversite Projesi (HİBUP) kapsamında, özellikle taşra üniversitelerinin bünyesinde açılan tıp fakülteleri ve Sağlık Bakanlığı hastanelerinin onlara afiliasyonu ile onların bünyesinde verilecek olan mezuniyet sonrası yüksek lisans eğitim programları yeterli öğretim üyesi sağlanamaması nedeniyle TUK tarafından siyasal kaygılarla israrla devam ettirilmiş olup büyüyen sorunlar hep görmezden gelinmiştir. Bu konu 2547 sayılı kanunun 38.maddesi’nin uygunsuz çalıştırılmasına neden olarak uzmanlık eğitimini de zaafa uğratmış eğitimin kalitesini de olumsuz etkilemiştir.
Öte yandan, 1980 SONRASI TIPTA UZMANLIK EĞİTİMİNİN YAPILAN KİMİ DÜZENLEMELERLE SİYASALLAŞMASININ SOSYAL BEDELİ AĞIR OLMUŞTUR. Özellikle yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Sağlık Bakanlığı İhtisas Hastanelerinde verilen tıpta uzmanlık eğitimi, 1982’de yapılan düzenlemelerle YÖK’e bağlı üniversitelerdeki mezuniyet sonrası eğitim sürecinde “yüksek lisansa eşdeğer” olarak kabul edilmiştir. Oysa 1986 yılından itibaren merkezi bir sınav ile devlet ve üniversite bünyesinde uzmanlık eğitimi hakkı kazanılması ve bu uzmanlık eğitiminin “yüksek lisans eşdeğeri kabul edilmesi” akademik yükselmenin ve unvanların değersizleştirilmesinin temelindeki en önemli neden olduğu gerçeği göz ardı edilmiş ve ülkemizde hiç tartışılmamış, özellikle hekimlikte zorla yaratılan bir elitist grubun hırsı ve dayatması yüzünden maalesef hekimlikten ve hekimlerden intikam alınan bu bugünlere dek gelinmiş, akademisyenlik ve hekimler ise sadece kurban edilmişlerdir. Bir yandan da Sağlık Bakanlığı İhtisas Hastanelerinden uzmanlık eğitimi almış olan doktorlar da gittikçe artan sayılarda Doçentlik sınavına girerek Üniversite Doçenti unvanı almaya hak kazanmıştır. Artık bu sayede 1990’lara gelindiğinde gerek Sağlık Bakanlığı ihtisas hastanelerinden, gerek üniversitelerden yükselen “kısmi zamanlı çalışma yarışı”, doçentlik sınavına girme talebini artırmış sonuçta “akademik ünvanlı doktor enflasyonunu” hızlandırmıştır. Doksanlı yılların ortalarına doğru, özellikle siyasal erkin denetiminde olduğu yadsınamaz olan Bakanlığa bağlı eğitim araştırma hastanelerinde, Doçent unvanı alan kimi doktorlar Profesör unvanı alabilmek için her türlü yasal yolu zorlamışlar (kendi uzmanlık dalları dışında-yasa buna olanak tanımaktadır-her yasal olan ahlaki midir? bu elbette tartışılır) ve bu unvanı almışlardır. Son yirmi yılda ise taşradaki Devlet Hastanelerine afiliye edilen taşra üniversitelerine büyük şehirlerdeki eğitim araştırma hastanelerindeki Doçent ünvanlı doktorların, özlük hakkı elde etmeye yönelik ya da akademik yükselme amaçlı talepleri, geçici görevlendirmeye dair ilgili ÜNLÜ 38B MADDESİ tersine işletilerek karşılanmaya çalışılmış, böylece Profesör unvanında da ayrıca bir hiperenflasyon yaşanmaya başlanmıştır. Elbette bu unvanları layıkıyla hak eden akademisyenleri tenzih etmek durumunda olmak zorunluluğu, bizleri bir takım objektif değerlendirmelerden alıkoymamalıdır.
Bu durumda bir de Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesi de Sağlık Bakanlığı bünyesinde çalışan siyasal sisteme yakın olan kimi personelin özlük haklarını iyileştirmek amacına yöneldiği gibi bir izlenim elde edilmektedir. Son günlerde ek gösterge artışı diye yaygara koparılan ve sonra düzenleme yapmak amaçlı geri çekilen düzenleme doktorlar dışındaki sağlık çalışanlarının reaksiyonuna neden olmuş, bu duruma “kıdemli profesör” olmanın sağladığı avantajı yaşayan YÖK’e ve SBÜ’deki doktorlar sessiz kalmışlardır. Dünyanın hiçbir yerinde bu denli çarpık, siyasallaşmış, bilim ve çağdaşlıktan uzak bir üniversite adı altında medrese niteliği taşıyan yapılanma yoktur. Yakın bir gelecekte, cerrahi dallardaki eğitimde yaşanan kalite kaybı, zaten değersizleşmiş akademik unvanlar ile Türk Tababeti can çekişme noktasına gelecektir. Evet, özellikle de bir kısmı yabancı ortaklı özel zincir hastanelerin, kimi tabela üniversiteleriyle yaptıkları afiliasyon protokolleri sayesinde her doktor profesör olacak ve bu değerli akademik unvanın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Zaten özel hastanelerde çalışarak, kendi anabilim dalı dışında her hangi bir sağlık alanında örneğin hemşirelik vb. profesör olmayı içine sindiren çok sayıda doktorun varlığı da aslında bu siyasallaşmanın bir parçasıdır. Bu sayede, bilgi üreten değil ancak kullanıcı olmaktan öteye gidemeyen, sadece kongrelerde boy göstermeyi marifet sayan, literatüre katkı değil sadece literatür tekrarcılığı/derlemeciliği yapan, sosyal medyada kürsü başı görüntülerini paylaşarak “bilimi takip eden iyi doktor” olduğun mesajını sağlık sektörüne veren kişiler, “ticari tıp” devrinde büyük bir çığır açmışlardır. Çok değil, 30-35 yıl öncesinde yarı zamanlı çalışırken, öğrenciye ders vermeleri gereken zamanlarda, çalıştıkları üniversitelerin gücünü arkalarına alarak, özel hastanelerde “para basan” profesörlerin ve devlet ihtisas hastanelerindeki doçentlik gayretinde kıyasıya çatışan doktorların, “bıçak parası” alarak devletin kurumlarında yaptıkları ameliyatlar ile köşeyi dönme gayretinde olanların, tababetin bugünlere erişmesindeki katkılarını da unutmamak gerektiği kanaatindeyiz.
Herhangi bir kişiyi, siyasal partiyi vb suçlamadan önce, mevcut sistemin sorgulanması daha önce yapılan üniversite reformunun neden kesintiye uğradığının üzerinde son 40 yılın tarihi olayları da göz önüne alınarak analitik düşünülmesi ve bu ülkenin en büyük hastalığının pragmatizm olduğu öz eleştirisini de yapmak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Bu gerçek ile yüzleşmek, her şeyden önce bir samimiyet olup en azından ilerisi için ümit taşıyabilmektir. Bir başka şekilde ifade edersek, pragmatizmin ahlakı olmadığını anlamak da bir farkındalıktır. Unutmamak gerekir ki, bugün gelinen nokta en az 40 yıllık sürecin bir sonucudur. Elbette gelinen noktada herkesin bir sorumluluk sahibi olduğu da unutulmamalıdır. Şimdi değerli meslektaşlarımın bir kısmının her yıl artan sayıda yurt dışında istikbal arayışı içerisinde olduklarını üzülerek görmekteyiz. Bu gayret içerisindeki meslektaşlarımın “giderlerse gitsinler” sözüne duçar olmasının en önemli nedeni, geçmişte hekimlerin ne akademik ne de devlet eğitim hastanelerinde onlara hocalık ve rehberlik yapması gerekenlerin “OK GİBİ DOĞRU ROL MODEL OL(A)MAMASINDAN” kaynaklanmakta olduğu ortadadır. En azından özellikle büyük üniversitelerde akademik yükselme için yapılan istihdam kriterleri belirli bir grubun tekelinde ve objektiflikten uzak bir takım tercihlere dayandırılmamalı idi. Evet açıkça bu bedeli şimdi tüm hekimler, sözel ve fiziksel şiddete maruz kalarak ödemektedir. Ancak bu durumdan “HEKİMLİK MESLEĞİ” yara almakta, takdir edilmemeye de yerini hacamat ve sülük diye yüceltilen “ALTERNATİF TIP” diye parlatılmaya çalışılan kavrama, göç ederek yanıt vermektedir. Bu feci durum karşısında “helal tıp uygulamalarının teşviki gayretinde beyanatlar veren” kimi buyurgan konumdaki geçmişe dair intikam hissi ile dolu “Prof” ların timsah gözyaşlarını ve beyanatlarını görünce de 14 Mart Tıp Bayramı’nı hala siyasal ve romantik duygularla kutlayanlara şaşırmamak mümkün değildir.
Yazar: Prof. Dr. Mahmut Can YAĞMURDUR, Genel Cerrahi ve Cerrahi Onkoloji Uzm. Ankara, 14 Mart 2022
NOT: “Romantizm ve 14 Mart Tıp Günü” makalesinin Telif Hakkı “Health World News” web sitesine aittir.
Kaynakça ve Dipnotlar:
[1]Ahmet Cevizci, Eğitim Felsefesi, Say Yayınları, 8.Baskı, İstanbul-2021.
[2]Gerçekten de antik dönem Platon ve ardılları tarafından benimsenen Makrokozmos ve mikrokozmos kavramları insan bedeninin (Corpora Humani) algısal kusursuzluk bağlamında sarsıntıya uğramıştır. Mikroskobun icadı olmasa idi mikroorganizma kavramı anlaşılamazdı. Buna rağmen insan vücudunda “flora” kavramı doku ve organların mikroskobik tanımlanmalarından sonra ortaya çıkmış, hatta Wirchov gibi ünlü bir patolog, insan vücudundaki “tractus”larda bulunan mikroorganizmalardan oluşan doğal flora kavramına karşı çıkmıştır.
[3]Stephan Mason, Bilimler Tarihi, Çev.Umur Daybelge, TTK Yayınları, s 205-219, 2.Baskı, Ankara-2019; Bu konudaki katkıların başında Paracelsus da önemli bir kilometre taşıdır. Onun tıp bilimi ve eğitimindeki en önemli katkısı pratik uygulamalar ile mineraller ve elementler bağlamında da olsa teorik uygulamaları birleştiren yaklaşımlarıdır.
[4]Bu kurumun diğeri adı Tıbhane-i Amire’dir. “Amire” kelimesinden anlaşılacağı üzere, sadece padişahın himayesinde olan bir kuruluş olduğu ortadadır. Daha evvel medrese ve mekteplerin himaye eden ve edilen arasındaki kapalı dere “simbiyotik ilişki” bağlamında değerlendirildiği ifade edilmişti. Bugün bile maalesef İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kökenini Mehmet II zamanında 1453 yılındaki Şifahane geleneğine dayamak suretiyle ilk ve eskilik iddiasını sürdürmesi, “modern anlamda” varlığını Atatürk’ün Üniversite reformuna bağlı olduğu gerçeğini değiştirmez.
[5]Massachusetts General Hospital’de genel anestezi altında ilk ameliyat gerçekleştirilmiş, bu ameliyatta ether kullanılmıştır. Bu tarih göz önüne alındığında tıp ve cerrahi teknikler konusunda vizyon sahibi bilim insanlarımızın ve yöneticilerinin olması ülkemiz ve tarihimiz adına sevindiricidir.
[6]http://www.istanbul.edu.tr/itf/index.php?option=com_content&view=article&id=622&Itemid=200
[7]Nizam-ı Kadim’den Nizam-ı Cedid’e III.Selim ve Dönemi, Ed.Seyfi Kenan, s 129-163, İsam Yayınları, İstanbul-2010.
[8]https://cerrahpasa.istanbulc.edu.tr/tr/content/fakultemiz/tarihce
[9]Yrd Doç ünvanının kaldırılması bkz; 6 11 1981 de Resmi Gazete 17506 mükerrer sayı ile yayınlanarak yürürlüğe giren 2547 sayılı YÖK Kanunu, m) (Değişiklik : 22/2/2018-7100/2 md.) Öğretim Üyeleri: Yükseköğretim kurumlarında görevli profesör, doçent ve doktor öğretim üyeleridir.
[10]D- Kanun’un 9. Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 657 Sayılı Kanun’un 28. Maddesinin Birinci Fıkrasının Son Cümlesinin, 11. Maddesiyle 2547 Sayılı Kanun’un 36. Maddesine Eklenen Yedinci Fıkrasının Birinci Cümlesinin, 17. Maddesiyle 926 Sayılı Kanun’un Başlığıyla Birlikte Yeniden Düzenlenen Ek 27. Maddesinin ve 18. Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 2955 Sayılı Kanun’un 32.Maddesinin Altıncı Fıkrasının Birinci Cümlesinin İncelenmesi
[11]Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü MADDE 8- (1) Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğünün görevleri şunlardır: a) Her türlü koruyucu, teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini planlamak, teknik düzenleme yapmak, standartları belirlemek ve bu hizmetler ile sunucularını sınıflandırmak, bununla ilgili iş ve işlemleri yaptırmak. b) Organ ve doku nakli, kan ve kan ürünleri, diyaliz, üremeye yardımcı tedavi, evde sağlık, yanık, yoğun bakım gibi özellikli planlama gerektiren sağlık hizmetlerini planlamak ve bu hizmetleri sunan kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak. c) Kamu ve özel hukuk tüzel kişileri ile gerçek kişilere ait sağlık kurum ve kuruluşlarına izin vermek ve ruhsatlandırmak, bu izin ve ruhsatları gerektiğinde süreli veya süresiz iptal etmek. ç) Sağlık hizmetlerinin ücret tarifelerini belirlemek veya tasdik etmek. d) Hasta hakları ile hasta ve çalışan güvenliğine yönelik düzenleme yapmak. e) Sağlık kurum ve kuruluşlarının mevzuata, Bakanlık politika ve düzenlemelerine uyumunu denetlemek, gerekli yaptırımları uygulamak. f) Planlama ve standartlar oluşturulması için gerekli komisyonları kurmak. g) Sağlık kurum ve kuruluşları ile hizmetten faydalananlar arasında doğabilecek ihtilafların çözümüne yönelik usûlleri belirlemek. ğ) Geleneksel, tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamaları ile ilgili düzenleme yapmak ve sağlık beyanı ile yapılacak her türlü uygulamalara izin vermek ve denetlemek, düzenleme ve izinlere aykırı faaliyetleri ve tanıtımları durdurmak. h) (Mülga: 4/7/2012-6354/ 20 md.) ı) Sağlık hizmetlerinde kalite ve akreditasyon kuralları belirlemek ve uygulamasını sağlamak. i) Sağlık turizmi uygulamalarının geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapmak, ilgili kurumlarla koordinasyon sağlamak. j) İlgili mevzuat çerçevesinde kişisel verilerin korunmasına ve veri mahremiyetinin sağlanmasına yönelik düzenleme yapmak. k) Tıpta uzmanlık eğitimi ile ilgili iş ve işlemleri yürütmek. l) Sağlık insan gücü planlaması yapmak, sayı ve nitelik olarak ihtiyaca uygun insan gücü yetiştirilmesi için ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmak. m) Mevcut sağlık insan gücünü, kamu ve özel kurum ve kuruluşlar düzeyinde planlamak ve istihdamın bu plan çerçevesinde yürütülmesini denetlemek. n) Sağlık meslek mensuplarının uyum, hizmet içi eğitim, sertifikalı eğitim, görevde yükselme ve unvan değişikliği eğitimleri ve benzeri eğitimleri ile ilgili düzenlemeleri yapmak, koordine etmek, kredilendirme, izleme ve denetimini sağlamak. o) İlgili kuruluşlarla işbirliği yaparak sağlık mesleklerinin standartlarını belirlemek, eğitim müfredatlarının kanıta dayalı olarak güncellenmesini ve geliştirilmesini sağlam
Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü MADDE 8- (1) Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğünün görevleri şunlardır: a) Her türlü koruyucu, teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini planlamak, teknik düzenleme yapmak, standartları belirlemek ve bu hizmetler ile sunucularını sınıflandırmak, bununla ilgili iş ve işlemleri yaptırmak. b) Organ ve doku nakli, kan ve kan ürünleri, diyaliz, üremeye yardımcı tedavi, evde sağlık, yanık, yoğun bakım gibi özellikli planlama gerektiren sağlık hizmetlerini planlamak ve bu hizmetleri sunan kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak. c) Kamu ve özel hukuk tüzel kişileri ile gerçek kişilere ait sağlık kurum ve kuruluşlarına izin vermek ve ruhsatlandırmak, bu izin ve ruhsatları gerektiğinde süreli veya süresiz iptal etmek. ç) Sağlık hizmetlerinin ücret tarifelerini belirlemek veya tasdik etmek. d) Hasta hakları ile hasta ve çalışan güvenliğine yönelik düzenleme yapmak. e) Sağlık kurum ve kuruluşlarının mevzuata, Bakanlık politika ve düzenlemelerine uyumunu denetlemek, gerekli yaptırımları uygulamak. f) Planlama ve standartlar oluşturulması için gerekli komisyonları kurmak. g) Sağlık kurum ve kuruluşları ile hizmetten faydalananlar arasında doğabilecek ihtilafların çözümüne yönelik usûlleri belirlemek. ğ) Geleneksel, tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamaları ile ilgili düzenleme yapmak ve sağlık beyanı ile yapılacak her türlü uygulamalara izin vermek ve denetlemek, düzenleme ve izinlere aykırı faaliyetleri ve tanıtımları durdurmak. h) (Mülga: 4/7/2012-6354/ 20 md.) ı) Sağlık hizmetlerinde kalite ve akreditasyon kuralları belirlemek ve uygulamasını sağlamak. i) Sağlık turizmi uygulamalarının geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapmak, ilgili kurumlarla koordinasyon sağlamak. j) İlgili mevzuat çerçevesinde kişisel verilerin korunmasına ve veri mahremiyetinin sağlanmasına yönelik düzenleme yapmak. k) Tıpta uzmanlık eğitimi ile ilgili iş ve işlemleri yürütmek. l) Sağlık insan gücü planlaması yapmak, sayı ve nitelik olarak ihtiyaca uygun insan gücü yetiştirilmesi için ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmak. m) Mevcut sağlık insan gücünü, kamu ve özel kurum ve kuruluşlar düzeyinde planlamak ve istihdamın bu plan çerçevesinde yürütülmesini denetlemek. n) Sağlık meslek mensuplarının uyum, hizmet içi eğitim, sertifikalı eğitim, görevde yükselme ve unvan değişikliği eğitimleri ve benzeri eğitimleri ile ilgili düzenlemeleri yapmak, koordine etmek, kredilendirme, izleme ve denetimini sağlamak. o) İlgili kuruluşlarla işbirliği yaparak sağlık mesleklerinin standartlarını belirlemek, eğitim müfredatlarının kanıta dayalı olarak güncellenmesini ve geliştirilmesini sağlamak.