Topluluk Önünde Konuşma Üzerine…

Topluluk Önünde Konuşma Üzerine…

“Bir sunumu dinleyiciyi hesaba katmadan hazırlamak, ‘ilgili makama’ Aşk Mektubu yazmaya benzer.” Ken Haemer, Tasarım Uzmanı

“Tartışmıyorum, sadece neden haklı olduğumu açıklıyorum.” Anonim

Niçin ayağa kalkıp insanların önünde konuşma yapmak çoğumuzun dizlerimizi titretir? Niçin sunum yapmak fikri kalbimizin atışını hızlandırır?

Bu sorulara bir yanıt vermek zor olsa da insanların karşısında konuşmanın korkutucu bir şey olduğunu baştan kabullenirsek sonraki sorumuz, “bunun üstesinden nasıl gelebiliriz?” olmalıdır. Ayağa kalkıp güvenle, rahatça düşüncelerimizi ifade etme yeteneği doğuştan mı kazanılmıştır? Sanmıyorum; çünkü bir sunum yapmak, konuşma yeteneğinin ötesinde bir şeylerden çok daha fazlasını gerektirir.

Bu sorunun doyurucu ve anlaşılabilir yanıtını arıyorsanız eğer: “Bir konuşma yapmadan önce pek az insanın heyecanlanmadığını düşünürüm. Aslında, sahneye çıkmadan önce pek az insan kendini rahatlamış hisseder,” derken Marion Witz“1000 Kişi Önünde Konuşmak adlı eserinde (Stand Up and Talk to 1000 People)” adlı efsane eseri tam da size göre…

Bu problemin çözümünde yalnız olmadığınızı vurgulama adına başlangıçta hemen şu iki örneği nakleder:

  • Barbra Streisand, sahne korkusu yüzünden on yıldan fazla bir süre canlı program yapamamıştır.
  • Madonna, her gösteriden önce grubuyla beraber dua eder.

Bu ister adrenalin hücumundan olsun ister bir anlık panikten ya da midenizin bulanması veya sinirli hissetmekten, insan sahneye çıkıp performansını sergilemeye başladığında, sihir de başlıyor. Sizin istediğiniz de bu sihri hissetmek. Bunu gerçekleştirebilecek tek kişi de sizsiniz.

Birçok dinleyici, aslında sunucunun başarılı olmasını ister. Başarısız olmasını beklemezler. Sunucu hata yaptığında, “İşte hatanı yakaladım!” diye bağırmazlar. Sunumu yapan kişi heyecanlı görünüyorsa, onun bu durumundan keyif de almazlar. Çoğu zaman seyirci, sunumu yapan kişiye alkış tutar, onu cesaretlendirir, çünkü çoğunlukla insanlar bir sunucuya karşı genelde sempati beslerler.

İçinde yaşadığımız bu çevrimiçi çağda herkes, her yerde, neredeyse her an akıllı telefonlarıyla meşguldür. Konuşma veya sunuş yapacaksanız, (belki yirmi, belki otuz, belki de kırk dakika sürecek), fakat hitap ettiğiniz kişilerin baştan dikkatleri dağılır, daha fenası canları sıkılırsa, sunumunuzun geri kalanı hem size hem de onlara zaman kaybından başka bir şey olmaz.

Nitekim, Japon balıklarının dikkat süresinin dokuz saniye olduğunu söyleyen meşhur istatistiğini duymuşsunuzdur. Ancak Microsoft araştırmacıları tarafından yapılan diğer bir çalışmaya göre, ortalama bir insan sekiz saniye sonra (Dikkat 8 dakika değil!) “konsantrasyonunu kaybediyor”. Yani dinleyicinin dikkati dağılıp, akşama ne yemek pişireceğini veya pişirmeyip sadece yiyiciyse ne yiyeceğini düşünmeye veya Instagram’da gezinmeye başlamadan önce harekete geçmek için oldukça az zamanın olduğu bilinen bir gerçek…

Ernest Hemingway, “İnsanlar konuşurken, gerçekten dinleyin. İnsanların çoğu asla dinlemez,” derken, bilinen bir gerçeğin de altını çizmektedir. Şöyle ki, bir kriz anında dinleriz, tepki veririz, dikkat kesiliriz. Arıcak sıradan ortamlarda insanlarla iletişim kurmaya gelince, çoğumuz bu işi baştan savma yaparız. Son tahlilde, iyi bir dinleyici değiliz ve genelde de konuşan taraf olmayı tercih ederiz. Bu durum tartışmalar söz konusu olduğunda belki daha da doğrudur. Karşı tarafın ne söylediğini dinlemeyiz, sadece konuşma sıramızın gelmesini bekleriz. Değil mi?

“İki dinle, bir söyle” diye bir atasözünü çok iyi bilirsiniz. Eğer bir tartışmanın en hararetli anında bu ilk adımı atlarsanız, ciddi sorunlarla karşılaşırsınız. Karşınızdaki kişinin ne söylediğini dinlemiyorsanız, ona nasıl anlamlı bir şekilde yanıt vereceksiniz? Nasıl tepki verecek, karşı çıkacak ya da iddialarını çürüteceksiniz? Dinlemiyorsak, onların argümanlarına değil, varsaydığımız ya da olmasını istediğimiz argümanlara yanıt veririz. Ve bu da yenilgiye giden yolun başıdır…

Konuşmada bir cümleye asla, “Şimdi size komik bir hikâye anlatacağım” diyerek başlamayalım. Sakın bunu yapmayalım. Böyle garip bir giriş cümlesine gerek yok. İşte mizahın öldüğü yer tam burasıdır. Eğer elimizde komik olduğunu düşündüğümüz bir hikâye varsa, sadece anlatalım ve bırakalım izleyiciler karar versin. Eğer komik bulmazlarsa, zaten hemen bunu anlayabiliriz. Belki de her şeyden önemlisi, bir konuşmada, tartışmada ya da münazarada mizah kullanırken, izleyicilerin bize değil, bizimle birlikte gülmesidir. Eğer bizimle birlikte gülüyorlarsa, muhtemelen kazanmışızdır.

Böyle uzun bir girişten sonra bugünkü ana temayı açıklamaya sıra geldi: Tema, “Topluluk önünde konuşma üzerine…”

“Topluluk önünde konuşma konusunda size verebileceğim en önemli tavsiyelerden biri şudur: Kesinlikle. Doğaçlama. Yapmayın! Hazırlanın. Prova yapın. Bunun zaman aldığını bilin. Ancak doğru yapabileceğinizi de unutmayın,” diye çarpıcı önerilerini sıralayan ünlü İngiliz-Amerikalı ödüllü bir gazeteci, sunucu ve yazar olan Medhi Hasan’ın ülkemizde ilk basımı Ocak 2025’de yapılan “Hep Sen Kazan-Wın Every Argument: The art of debating, persuading and public speaking” adlı okunası eserini elimden bırakmamacasına okudum ve bitirim.

Kitabın öne çıkan bazı paragraflarını da sizinle paylaşmak istedim.

* Hitabet, bir aşk ilişkisi gibidir. Herhangi bir aptal başlatabilir ancak bitirmek ciddi beceri gerektirir.” Lord Mancroft, İngiliz Bakan

İster bir toplantı odasında sunum yapıyor olun ister arkadaşlarınızla bir tartışma, konuya çok net, doğrudan ve özgün bir şekilde girin. İletişim uzmanlarının belirttiği gibi, ezber ifadelerden, basmakalıp sözlerden ve yıpranmış klişelerden uzak durun.

* Beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim.

* Bugün burada bulunduğum için çok mutluyum.

* Umarım herkesin keyfi yerindedir.

Hayır. Hayır. Hayır. Seyircilerinizin dikkatini ilk dakikada, ideal olarak ilk on veya yirmi saniyede çekmeniz gerekir. Nasıl mı?

* Güçlü bir açış cümlesi kullanın: Beklenmeyen, kışkırtıcı, hatta aykırı bir açılış olabilir. Efsanevi Dale Carnegie’nin dediği gibi, “Daha ilk cümleden ilginç bir açılış yapın. İkinci veya üçüncü cümle değil! İlk cümle. İlk! İ-L-K! İlk!”

* Bir Hikâye ile Başlayın: İdeal olan, kişisel bir anekdotla başlamaktır. Eğer bu anekdot komikse ve insanları güldürüp rahatlatabiliyorsa-ve baştan itibaren dikkatlerini çekebiliyorsa-ekstra puan kazanırsınız. Hikâye anlatmak, anında etkileşim sağlar çünkü herkes iyi bir hikâyeyi sever. Ayrıca, beynimiz en başından itibaren hayal gücüne ve empatiye hitap eden güzel bir hikâyeyi beğenecek şekilde programlanmıştır.

* Her zaman iki farklı mesaj vardır: sizin izleyicilere söylediğiniz ve beden dilinizin izleyicilere söylediği. Aklınızdan çıkarmayın: Karşınızdaki kişinin duygularını ya da tutumunu değiştirmeye çalıştığınızda, Söyledikleriniz mesajınızın sadece yüzde 7’sini oluşturur. Sadece yüzde 7. Hepsi bu. Buna karşılık, ses tonunuz mesajınızın yüzde 38’ini, beden diliniz ise devasa bir yüzde 55’ini oluşturur. 

Bu, ünlü 7-38-55 kuralıdır ve bu kavramı, Kaliforniya Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Albert Mehrabian 1971 yılında yayımlanan Silent Messages adlı kitabında ortaya atmıştır. Mehrabian’ın araştırması, eski bir deyişi tam anlamıyla doğrular: “Eylemlerimiz, sözlerimizden daha güçlüdür.” Ancak, sözlü iletişime ne kadar çok çaba harcadığımızı bir düşünün, oysa sözsüz iletişimimiz yani beden dili ve ses tonu, ilettiğimiz mesajın yüzde 93’ünü oluşturuyor. İşte bu yüzden başkalarının bizi nasıl gördüğüne dikkat etmeliyiz.

Carmine Gallo’nun alıntıladığı araştırmalar, birini ilk kez gördüğümüz anda yargıya vardığımızı gösteriyor. Beden diline ve duruşa bağlı olan bu ilk izlenimler milisaniyeler içinde şekilleniyor ve silinmeleri zor. O halde, neden bu dili öğrenmeyelim?

Winston Churchill’in ifade ettiği gibi, “İnsanlara bahşedilen tüm beceriler arasında hiçbiri hitabet yeteneği kadar kıymetli değildir. Ona sahip olan kişi büyük bir kralın gücünden bile daha kalıcı bir güce sahiptir.” Churchill konuşmalarını tamamen yazıya dökerdi; hatta duraklamayı planladığı yerleri bile not alırdı. Ancak konuşmalarını asla okumazdı. Aslında, başka bir biyografi yazarı William Manchester’ın belirttiği gibi, Churchill konuşmalarını o kadar çok prova ederdi ki, onları sunarken notlarına sadece arada bir göz atar ancak izleyicileri bunun farkına bile varmazdı. Yine Churchill, konuşmalarını her fırsatta ve her yerde çalışırdı. Uşağı Norman McGowan’ın anlattığına göre, Norman bir gün patronunun banyoda mırıldandığını duyar. Endişelenen McGowan, “Beni mi çağırdınız?” diye seslenir. Churchill’den gelen cevap ise şöyledir: “Sana seslenmiyorum Norman. Avam Kamarası’na hitap ediyorum.”

Eleştirel dinleme, keskin bir zihin ve iyi bir hafızadan faydalanır ancak her ikisi de eski usul not almayla güçlendirilebilir. Dünyanın en başarılı insanlarından bazıları titiz bir şekilde not tutan işilerdir, ABD’li girişimci ve yaşam gurusu Tim Ferriss, kendisiyle ilgili, “Bazı insanların uyuşturucu bağımlısı olması gibi ben de not alma bağımlısıyım.” şeklinde espri yapmıştır. Her yıl düzinelerce defter bitirdiğini söyleyen İngiliz milyarder Richard Branson, Londra’daki bir konferansta Amerikalı milyarder Bill Gates ile aynı sahneyi paylaştığı bir anısını anlatır. CNBC’ye göre Branson, Gates’in “kapanış konuşması sırasında cebinden birkaç buruşuk kâğıt parçası çıkardığını” belirtir. “Bill’in notlarının, ceketinin cebinde taşıdığı buruşuk kağıtlara karalanmış olduğunu görmek beni çok sevindirdi” der Branson ve ekler: “bilgisayar dehası olarak tanınsa da [Gates] hâlâ mütevazı kalem ve kâğıttan vazgeçmiş değil.”
Okullarda yapılan çok sayıda araştırmanın gösterdiğine göre, öğretmen konuşurken not alan öğrencilerin dikkat süreleri uzamakta, derse konsantrasyonları artmaktadır.

Dinleme becerileri de ciddi biçimde gelişmektedir! Not alma yöntemi de önemlidir.
2014 yılında psikolog Daniel Oppenheimer ve Pam Mueller tarafından altmış yedi Princeton öğrencisi üzerinde yapılan bir araştırma, “kalemin klavyeden daha güçlü olduğunu” ortaya koymuştur: Bilgiyi kaydetmek ve işlemek için kâğıt üzerine kalemle not almak, akıllı telefon veya dizüstü bilgisayarda not almaktan daha etkili bir yoldur.

* Amerikalı efsane yazar ve iş adamı Stephen R. CoveyEtkili İnsanların 7 Alışkanlığı adlı çok satan kitabında empatik dinlemeyi “dinlemenin en yüksek formu” olarak tanımlamıştır. Covey, “Empatik dinlemede kulaklarınızla dinlersiniz ama daha da önemlisi gözlerinizle ve kalbinizle dinlersiniz” der. (Stephen R. Covey-Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı -The 7 Habits of Highly Effective People).

* İster lisede olun ister Oval Ofis’te, aynı hataya düşmeyin. Bir konuşmanın ya da tartışmanın ortasında, hele ki biri size hitap ediyorsa, saatinize ya da telefonunuza bakmayın. Orada olmak istemediğinizi hissettirmeyin. Seyircilere tepeden bakarak konuşmayın. Bu yol kesin yenilgiye, hatta bazen Bush gibi küçük düşmeye kadar gider. Açık olmak gerekirse, sadece dikkat ediyormuş gibi görünmek yetmez. Size hitap eden ya da soru soran kişiye gerçekten empati göstermeye çalışmalısınız. Karşınızdaki kişi, endişelerini ve duygularını anladığınızı görmek ve aynı zamanda sizin samimi ve bağ kurulabilir biri olduğunuzu hissetmek ister. Ayrıca, karşınızdakinin söylediklerini sadece ağzından çıkan sözcüklerle değil, ses tonuna, konuşma tarzına ve beden diline de dikkat ederek bütünsel olarak değerlendirmelisiniz.

* Nasıl oldu da hiçbir özelliği olmayan eski bir magazin yıldızı ve başarısız bir emlak yatırımcısı olan Donald J. Trump, 2016 yılında Cumhuriyetçi Parti başkan adaylığı yarışında on altı Cumhuriyetçi rakibini mağlup etmeyi başardı? Bu on altı kişi sıradan rakipler değillerdi (en azından hepsi değil). O dönemde partinin önde gelen aktörleriydiler: senatörler, valiler, iş dünyasının liderleri ve hatta eski Başkanlardan birinin kardeşi, birinin de oğlu. Trump onları tartışma sahnesinde zekasıyla mı alt etti? Siyasa önerileriyle mi galip geldi? Daha fazla mı bağış topladı? Yoksa… onları küçümseyip çocukça lakaplar takarak alay mı etti? Küçük Marco, Yalancı Ted. Bitkin Jcb. Tuhaf Rand vb.

O dönemde başkan adayı olan Trump, ağzı bozuk, aykırı, sınır tanımayan ve polemikçi bir karakter olarak görülüyordu. Trump’ı böyle tanımlamaya bir itirazım yok. Ancak size onun çok eleştirilen taktiklerinin, insanlık tarihinin en saygıdeğer ve başarılı hatiplerinden birinin kullandığı yöntemlerden pek de farklı olmadığını söylesem ne derdiniz? Antik Roma’da devlet adamı, avukat ve hatip Marcus Tullius Cicero, rakiplerine karşı sert eleştirileriyle tanınırdı. Yazar Sam Leith’in de belirttiği gibi, Cicero tam anlamıyla bir “karakter suikastçısı” olarak, hakaret sanatında ustalaşmıştı.

* Futbol ya da basketbol gibi sporlarda, oyunculara “adama değil, topa oynamaları” öğretilir. Topa müdahale etmek adil oyunun bir parçasıdır ancak oyuncuları hedef almaya başladığınızda faul olur ve ceza alırsınız. Dünyanın dört bir yanında lise münazara kulüplerinde ve üniversite derslerinde de öğretmenlerin öğrencilere aynı şeyi öğütlediğini görürsünüz. Öğrencilere rakipleri ile rakiplerinin argümanlarını birbirinden ayırmaları öğretilir. Evet, teoride bir argümanın kendisini hedef almalısınız, argümanı sunan kişiyi değil. Ancak gerçek hayatta hem topa hem de adama oynamak oldukça etkili, hatta bazen gerekli bir taktik olabilir.

Aristo, haklı olarak, “İyi insanlara, diğer insanlardan daha çok ve daha kolay” inandığımızın altını çizer. “Bu, hangi konu olursa olsun genellikle doğrudur ama belirsizlik ve fikir ayrılıklarının olduğu durumlarda kesinlikle doğrudur” diyen Aristo, şöyle devam eder: “Konuşmacının ortaya koyduğu kişisel erdemin, onun ikna gücüne hiçbir katkıda bulunmadığı doğru değildir; aksine, karakteri neredeyse sahip olduğu en etkili ikna aracı olarak kabul edilebilir.” “Topa oyna, adama değil” diyenlere, Aristo adeta bir uyarı atışı yapıyor. Bir kişinin karakteri ve itibarı “en etkili ikna araçları” ise bunları tamamen göz ardı etmek tehlikelidir. Rakibinizin güvenilirliğini eleştirmekten çekinirseniz, ona en baştan avantaj sağlamış olursunuz.

* Ancak birisi, “Bana güvenin, ben doktorum” dediği anda hem dürüstlüğü hem de aldığı tıp eğitimi meselenin doğrudan konusu haline gelir. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, dinleyiciler neredeyse her zaman bir konuşmacının güvenilirliğini onların nitelikleriyle ilişkilendirir. Pandemi sırasında neden doktorların ve bilim insanlarının televizyon ekranlarını doldurduğunu, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sırasında neden emekli generallerin haber kanallarındaki panelleri ele geçirdiğini, Trump’ın başkanlıktan azledilme davaları sırasında neden medyada sıkça avukatlarla ve özellikle eski savcılarla yapılan söyleşilere yer verildiğini düşünün. Bu insanlar, kendi alanlarında, gündemdeki konu hakkında uzman olarak görülüyorlar (haklı olarak) ve seyirciler, onların konuyla ilgili değerlendirmelerini (rastgele) bir gazeteci veya yorumcunun sözlerinden daha güvenilir buluyorlar.

* Ocak 2015’te, Question Time panelinde konuşmaya davet edildim. Charlie Hebdo’ya yönelik terör saldırısının üzerinden bir hafta geçmişti. İki Fransız Müslüman kardeş, hiciv dergisinin Paris’teki ofisinde on iki kişiyi öldürmüştü. Batıdaki, özellikle de Birleşik Krallık’taki diğer medya kuruluşlarının, “ifade özgürlüğü” ve Charlie Hebdo ile “dayanışma” adına Peygambere hakaret içeren karikatürler yayımlayıp yayımlayamayacağıydı. Bu tartışmayı oldukça tuhaf buluyordum. Nedeni birkaç ölü teröriste haddini bildirmek için dünyadaki Müslümanları tekrar tekrar gücendirelim? Ama bu hassas bir konuydu, masum insanlar öldürülmüştü ve ben bu türden bir argümana karşı çıkabilmek için mizahtan yararlanmaya karar verdim:

İfade özgürlüğü konusuna gelirsek… Evet, ifade özgürlüğünün sınırları var. Son bir haftadır bazı insanlar sanki dilediğiniz şeyi, dilediğiniz zaman söyleme hakkı mutlak ve sınırsızmış gibi bir tutum içindeler. Bu doğru değil. Hem yasal hem de ahlaki sınırlar var. Yasak olan şeyleri bir kenara bırakalım; sadece nezaket gereği, adap gereği söylemeyeceğimiz şeyler vardır. Kaba olacağım ama bir örnek vermek gerekirse, kalabalık bir asansörde osurmaya hakkınız var ama yapmazsınız, değil mi? Yapacak olursanız ve biri size saldırırsa, bu elbette çok çirkindir ama asansördeki diğer insanların sizinle dayanışmak için osurmasını bekleyemezsiniz…” Riskli bir espri yaptığımı kabul ediyorum. Ama izleyiciler kahkahalar ve alkışlarla karşılık verdi. Sanırım Question Time programı tarihinde canlı yayında “osurmak” diyen ilk -ve muhtemelen son! kişi oldum.

* Gülen seyirci -ister birkaç kişi olsun ister birkaç yüz kişi-aynı zamanda rahatlamış seyircidir. Dikkatle dinlemekle kalmayıp ne dediğinizi anlamaya çalışan ve sizin tarafınızda yer almaya daha istekli bir seyircidir. Şöyle düşünün: Eğer söylediklerinize gülüyor ve sizden keyif alıyorlarsa, sizden rahatsız olup söylediklerinize karşı çıkamazlar. Unutmayın: Seyirci, sizin mizah anlayışınızı, daha samimi ve insani yönünüzü görmek ister, çünkü bu şekilde sizinle bağ kurar. Zimmer’in de dediği gibi, mizah sizi seyircinize “bağlar”.

* St. John’s Üniversitesi münazara uzmanı Stephen Llano, “Judo felsefesi, birisi size yumruk attığında, yumrukla karşılık vermek değildir,” diyor. “O yumruğun enerjisini kullanarak rakibinizi sırtüstü devirmek ve etkisiz hale getirmektir.” İyi münazaracılar benzer teknikleri kullanır. Rakiplerinin dengesini bozmayı ve onları en beklemedikleri anda alt etmeyi hedeflerler. Bu, Ronda Rousey’nin tarif ettiği “maksimum verimlilik, minimum efor” prensibidir.

* Özgüven, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca insanın karşısına geçip yürekten konuşmanıza olanak tanıyan şeydir. Özgüven, hayatta yediğiniz darbelere rağmen sizi tekrar ayağa kalkmaya iten şeydir. “Özgüven olmadan” der romancı Virginia Woolf, “beşikteki bebekler gibiyiz.”

* Harvard Psikiyatri Profesörü Srini Pillay, 2009’da kaleme aldığı bir yazısında, “Artık iyi bilinen bir gerçek, bir eylemi zihnimizde canlandırdığımızda ve o eylemi gerçekten yaptığımızda beynin aynı bölgelerini uyarıyorsunuz.” diyor. “Örneğin, sağ elinizi kaldırmayı hayal ettiğinizde, beyninizde gerçekten sağ elinizi kaldırdığınızda aktif olan bölgeyi uyarıyorsunuz.” Bu, görselleştirmenin yaklaşan bir göreve hazırlanırken ne kadar etkili olabileceğini gösterir -ve bu tür tekniklerin etkinliğini destekleyen birçok araştırma mevcuttur.

* “Kötümser insanları hayatımdan çıkarmam, onlardan nefret ettiğim anlamına gelmez,” demişti Marilyn Monroe bir zamanlar, “sadece kendime saygı duyduğum anlamına gelir.”

* Carmine Gallo’nun TED Gibi Konuş adlı kitabından ilham alarak oluşturduğum, Bir Konuşma/Sunuşta yapılması ve yapılmaması gerekenler listemin özü şöyle:

  • Yapın:“Çenenizi ve başınızı dik tutun…” Glass’a göre özgüvenli insanlar yukarı bakar, aşağıya değil.
  • Yapmayın: Kollarınızı kavuşturmayın… Savunmacı ya da “dışarıya kapalı” bir duruş sergilemekten kaçının.
  • Yapın: “Dik durun” ve omuzlarınızı kare tutun … Bu sizi hem özgüvenlihem de kontrol sahibi gösterir.
  • Yapmayın:Kambur durmayın ya da omuzlarınızı düşürmeyin… Aksi tembellik, güvensizlik ve özgüven eksikliği sinyali verebilir.
  • Yapın: Konuşurken “avuçlarınızı açık ve yukarıya dönük” şekilde kullanın… Bu, saklayacak bir şeyiniz olmadığınıgösterir.
  • Yapmayın:Ellerinizi kıpırdatıp durmayın… Gallo’ya göre bu, sizi “endişeli”, kaygılı ve güvensiz biri gibi gösterir.

* Nasıl göründüğümüz kadar, nasıl konuştuğumuz da özgüvenimiz için aynı derecede önemlidir. “İnsan sesi: Hepimizin çaldığı bir enstrümandır,” demişti ses danışmanı Julian Treasure, 2013 yılında viral olan TED konuşmasının başında. “Muhtemelen dünyadaki en güçlü sestir. Savaş çıkarabilen ya da ‘Seni seviyorum’ diyebilen tek ses odur.” Ancak birçoğumuz sesimizin tonuna ya da yüksekliğine çok az dikkat ederiz. “Değiştirilemez” olduğunu düşünürüz ama bu doğru değildir. En sessiz insan bile sesini nasıl etkili kullanacağını ve bu süreçte özgüven sergilemeyi öğrenebilir. Aquino, “İyi bir kural, kişinin kafasının üç adım gerisine konuşmaktır.” diyor. “Örneğin, birinin iki metre uzağındaysanız, üç metre uzakta duran birinin sizi net bir şekilde duyabileceği kadar yüksek sesle konuşmaya çalışın.”

* Max Planck İnsan Bilişsel ve Beyin Bilimleri Enstitüsü araştırmacıları, “İnsanların bir başkasının yüzünü incelerken, genellikle ilk olarak bilgi edinmek için gözleri taradığını” söylüyor.

* Birini dinlerken her zaman öne eğilip gözlerinin içine bakmaya çalışırım çünkü bu, dikkatimi tamamen ona verdiğimi gösterir. Ancak gözlerinizi dikmeyin; çok uzun süre göz teması kurarsanız, karşınızdaki kişiyi rahatsız edebilirsiniz. Bu noktada 50/70 kuralı yardımınıza koşar: İnsanlarla konuşurken en az yüzde 50 oranında göz teması kurun; dinlerken ise yüzde 70’e kadar göz teması kurmaya çalışın. Uzmanlara göre, bu, “ilgi ve özgüvenin” doğru oranıdır.

Kendi kendine konuşmak iyi gözle bakılan bir şey değildir. Bu, “deliliğin ilk belirtisi” değil, aksine gergin bir durumda sakin kalmanın etkili bir tekniğidir. Gerçek şu ki, birçoğumuzun kriz ya da felaket anlarında içimizdeki sese kulak veririz. Çoğumuz, şu veya bu sebeple, hayatımızın bir noktasında içsel monoloğa yer veririz. Asıl soru şu: İç sesimizin bizi alarma geçirmek yerine, sakinleştirici bir güç olarak hareket ettiğinden nasıl emin oluruz? Bir tartışma esnasında kalbimiz hızla çarparken, soğukkanlı kalmak için bu sesi nasıl kullanırız?
Psikologlara göre “kendi kendine konuşmak” diye adlandırdığımız olgu neredeyse herkesin kendine tavsiyeler verirken ve düşünce, duygu, umut ve korkularını gözden geçirirken yaptığı kişisel yorumlardır. Sürekli devam eden bu yorumlar, olumludan (“Harikayım!”) olumsuza (“Mahvoldum!”) saniyesinde dönebilir.

Bağırıyor Gibi mi Konuşuyorsunuz? Yoksa çok mu kısık sesle konuşuyorsunuz? İnsanların sizi duyabilmesi kadar, sesinizin rahat ve kolay dinlenebilir olması da önemlidir. Von Dadelszen’e göre, neşe, mizah, üzüntü ve korku gibi duyguları yansıtırken sesinizin yüksekliğini değiştirmeniz gerekebilir. Ayrıca ister kişisel bir anekdot anlatın ister mühim bir açıklama yapın, konuşmanın neresinde olduğunuza bağlı olarak sesinizi zaman zaman yükseltip alçaltmanız gerekebilir.

Pratik anlamda, her hitabet uzmanının hemfikir olduğu bir şey vardır: Eğer robotik ve tekdüze bir ses tonuyla konuşursanız, dinleyicilerinizi uyutursunuz. Bir konuşmacıda, tekdüze veya donuk bir ses tonundan daha itici hiçbir şey yoktur. Ancak “sesli duraklar” olarak bilinen, ııı, eee, şey, yani gibi cümleler arasında kullanılan gereksiz dolgu sözcüklerine dikkat edin. Bu tür vokal tikler, dinleyene son derece itici gelebilir. Dolgu kelimelerini konuşmanızdan çıkarmak istiyorsanız yapmanız gereken ilk şey, bunları kullandığınızın farkına varmaktır! (Kendinizi konuşurken kaydetmeniz gerektiğini söylemiş miydim?)

* Yine de zamanınızı en iyi şekilde kullanmak için, konuşmanızı süre sınırının altında hazırlamanızı tavsiye ederim. Örneğin, size on dakika verildiyse, sadece sekiz veya dokuz dakikalık bir konuşma hazırlamaya çalışın. Bu, etkinlik günü fazladan bir nokta ya da argüman eklemek isterseniz size “hareket alanı” sağlar. Eğer gerek duymazsanız da sorun değil. Uzun uzadıya konuşmak yerine kısa ve öz olma yeteneğinizi herkes takdir edecektir.

* Konuşmanızı ezberlemenin, yüksek risk/yüksek getirili bir strateji olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu yolu seçerseniz, tecrübeli Churchill’i örnek almanızı ve konuşmanızın tam metnini, her ihtimale karşı, yazılı olarak elinizin altında bulundurmanızı tavsiye ederim. Konuşmanızı tamamen yazın, zamanlayarak prova yapın ve sunum sırasında notlarınızı kürsüde gözünüzün önünde tutun. Ancak başınızı eğip metne gömülerek notlarınızı seyirciye okumayın.

Konuşmanızı tamamen yazmak yerine, notlar çıkarabilirsiniz. Tam cümleler ya da paragraflar yerine anahtar kelimeler ve kısa ifadeler içeren not kartları kullanın. Bu popüler tekniğin avantajı, konuşmanızı unutma ya da kelime kelime okuma kaygısını ortadan kaldırmasıdır.

* Leonardo da Vinci’nin dediği gibi, “En büyük dâhiler bazen daha az çalıştıklarında daha fazlasını başarırlar.” Gerçek bir deha olan Leo’yu dinleyin! Aynı zamanda, beyin üzerine nörogörüntüleme çalışmaları yapan psikologlar Johrı Kounios ve Mark Beeman’ın araştırma-larına kulak verin. Bu araştırmalar, “içgörü anları” ya da “işte bu” veya “evreka” dediğimiz anların, zihnimiz boşken ya da rahatken ortaya çıktığını gösteriyor. Kounios’un sözleriyle, bir kişi “çevresinin farkında olmadığı kısa anlarda” sihir gerçekleşir. İşte o zaman kendi odak alanımıza gireriz. Peki bunu nasıl gerçekleştirebiliriz? Her insan farklıdır ve sizin için en uygun ortamı bulmanız gerekir. Farklı yerler ve yöntemler deneyebilirsiniz. Gözlerinizi kapatın. Bir yürüyüşe çıkın. Duş alın. Zihninizin serbestçe dolaşmasını sağlayan şeyleri keşfedin. Bu arada, duş alma konusunda ciddiyim. En iyi fikirler ve argümanlar neredeyse her zaman duş alırken aklıma gelir. Tabii ki hemen çıktıktan sonra, henüz kurulanmadan önce aceleyle bir yerlere not almam gerekiyor yoksa unuturum! Ünlü bilişsel psikolog Scott Barry Kaufman’ın 2015’te yaptığı bir ankete göre insanların yüzde 72’si “yeni fikirleri duş alırken” buluyor.

* Bir argüman hazırlarken, hepimizin karşılaştığı bir tehlike var: teyit önyargısı. Bu terim, bilişsel psikolog Peter Wason tarafından 1960 yılında ortaya atılan ve insanların yalnızca inandıkları şeyleri “teyit eden” bilgilere yönelip karşıt görüşleri destekleyen kanıtları görmezden gelme eğilimlerini tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu da bizi, genellikle bir tartışmada, kaybetme riskine karşı kör olana kadar kendi tercih ettiğimiz argüman etrafında araştırma yapmaya sevk eder. Aynı zamanda da rakibimizin gerçek karşı atağını önceden göremememize neden olur. Bana göre, bir tartışmayı kaybetmenin en basit ve kesin yolu, sahip olduğunuz görüşleri yeterince sorgulamadan tartışmaya girmektir. Peki, bu tuzaktan nasıl kaçınırsınız? Tek çözüm, yalnızca kendi savunduğunuz görüşü değil, tartışmanın her iki tarafını da bilmektir.

* Konuşma koçu Andrew Dlugan şöyle açıklıyor: “Ne anlatacağınızı önceden söyleyin.” Bu, konuşmanızın giriş kısmıdır. Birçok konuşmacının sözlerini nasıl bitireceklerine hiç özen göstermemesi beni hâlâ şaşırtıyor. Yıllar içinde, karşıt görüşteki tartışmacıların, panelistlerin veya televizyonda röportaj veren kişilerin ana noktalarını üstünkörü ve sıradan bir şekilde özetleyip ardından… “Teşekkürler” deyip durmalarını veya “Benden bu kadar” deyip son verişlerini dehşetle izledim. The West Wing adlı televizyon dizisinde başkanın metin yazarı ve Beyaz Saray’ın İletişim Direktör Yardımcısı rolündeki Sam Seaborn’un sözlerini aklınızdan çıkarmayın: İyi bir konuşmayla harika bir konuşma arasındaki fark, konuşmanın sonunda izleyicilerin ayağa kalkışlarındaki enerjiden belli olur. Nezaketten mi? Angaryadan mı? Yoksa sadece patronları ayağa kalktığı için mi ayağa kalkıyorlar? Hayır, tepeden tırnağa etkilendikleri için ayağa kalkmalarını istiyoruz.

*İşte büyük final için en sevdiğim üç teknik:

  1. Bir alıntıyla bitirin: Alıntılara iyi gözle bakılmaz. Hepimiz, sözlükten bir alıntıyla başlayan sıkıcı bir konuşma dinlemişizdir. İlham verici olmaya çalışırken klişeden öteye gidemeyen alıntılarla karşılaşmışızdır. Ancak, bazılarının sık kullanılmasının bir nedeni vardır. Büyük liderlerin, ünlülerin veya uzmanların sözleri son derece akılda kalıcı olabilir. İlham verici. Etkileyici. Her durumda, konuşmanızı bir alıntıyla bitirmek, zirveye yaklaşırken temponuzu değiştirmeye yardımcı olur. Konuşmayı bitirirken yavaşlamanızı sağlar.
  2. Bir anekdotla bitirin: Seyircinizin duygularına hitap etmenin en güçlü yolu nedir? Hikâye anlatmak. Hikayeler, insanlarla bağ kurmanın, dinleyicilerin empati duygularını harekete geçirmenin ve onları ikna etmenin en etkili yollarıdır. Konuşmanızı bir hikâye veya kişisel bir anekdotla bitirmek, kalabalığın ilgisini ve odağını son kelimenize kadar üzerinizde tutmanın zekice bir yoludur.
  3. Eylem çağrısıyla bitirin: Eylem çağrısını ilham verici bir alıntı veya anekdotla birleştirebilirsiniz. Bu, benim de sıkça denemeyi sevdiğim bir yöntemdir.

* Bir sunu yaparken, birdenbire durmayın. Tam tamına bir saat vaaz veren Philadelphia’lı vaiz Dr. James Wilson gibi olmayın. Saatinin altmışıncı dakikayı gösterdiğini gördüğünde -ne bir dakika az, ne bir dakika fazla-vaazının neresinde olursa olsun aniden durur. Ve “Kardeşler, saat doldu. Şimdi dua edelim,” derdi. Bunu yapmayın! Son cümlenizin planlanmış ve en azından tam bir düşünceyi ifade eden bir kapanış cümlesi olmasını sağlayın.

*Bir konuşma koçunun önerdiği gibi, eğer sürenizi aşarsanız, konuşmanızı özür dileyerek bitirmeyin (“Zamanınızı çok aldığım için özür dilerim …”). Lütfen bunu yapmayın! Bu tamamen gereksizdir ve anlamlı, kendinden emin bir kapanış yapmak için kullanabileceğiniz zamanı boşa harcar.

*“Ördek gibi ol. Yüzeyde sakin fakat suyun altında deli gibi çırpınarak ilerle.” Michael Caine

Halit Yıldırım, Ankara, 28 Şubat 2025

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir